19 Şubat 2023 Pazar

Selçuk Kozağaçlı: Ölüm Terbiyesi Kalmadı - Ümit Aktaş

Altı yıl geçmiş. Hatırlarsınız; 2013 yılında Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) ve Halkın Hukuk Bürosu basılmış ve dokuz avukat tutuklanıp cezaevine gönderilmişti. Selçuk o zaman yurtdışındaydı. Hakkında tutuklama kararına rağmen ülkeye dönmüş, tutuklanıp Kandıra Cezaevine gönderilmişti. O yıl Kandıra Cezaevi’nde Öcalan’ın avukatlığını yaptığı için suçlanıp tutuklanan avukatlar da vardı. Alternatif baro Kandıra Cezaevi’nde kuruluyor esprileri yapılmaya başlanmıştı. Cezaevinde de olsa kuşkusuz şimdikinden daha etkili bir baro olurdu.


İşte o günlerde, Suriye’den dönüşünün hemen sonrasında, Selçuk’u Kandıra Cezaevi’nde ziyaret etmiş ve “Kimin Adaleti?” başlığıyla Express için söyleşmiştik. O söyleşi de Selçuk, yargılandığı ÇHD Davası’nın tarihi önemine işaret etmişti:


“Bu davayı sıradışı hale getiren şu: Sosyalistler illegal ve silahlı mücadele yürütmediklerinde de defalarca yargılandılar. Sendika faaliyetlerinde de mahkeme önüne çıkarıldılar. Fakat, tüm yaşamı adliyede geçen, her gün gözlerinin önünde bulunan ve aynı yasaların diliyle konuşan avukatlara yönelik böyle bir toplu dava tarihte ilk kez oluyor.”12 Eylül’de, bir sürü avukat örgütlü olmasına rağmen, hâkimler ‘sizi takip ettiğiniz davalardan ve savunma biçimlerinizden dolayı yargılayacağız’ demediler. Şimdi takip ettiğimiz davalar karşımıza iddia ve suçlama olarak çıkarıldı. Hatta polis ‘takip ettiğiniz soruşturmalarda şu kadar kişi susma hakkı kulanmış, halbuki diğer avukatların girdiği aynı sayıda dosyada şu kadar kişi susma hakkı kullanmış’ şeklinde tablolar hazırlayıp dosyaya koymuştu. Böyle bir pratik daha önce hiç yaşanmadı. Kısacası, takip ettiğimiz davaların yanında, avukatlık yapma biçimimizi de kendileri belirlemek istiyorlar.”


Söyleşinin sonunda da hukuk tarihi içinde çoktan yerini almış o tarihi savunmanın işaret fişeğini yakmıştı:


“Benim hukuka aykırı olduğumu söylüyorsun ve beni yargılamaya başlıyorsun. Peki, senin hukuka aykırılığın ne olacak? Burjuva hukukunu en azından tutarlı uygulayan bir kurum olsaydın, bu oyunu oynayabilirdik belki. Ama, mevcut durumda ortada oynanacak bir oyun yok. Tarifimiz belli: Mahkemeye yaptırım uygulamak. Yargılanmaya değil, hesap sormaya geliyoruz.”


Başta söylediğim gibi, altı yıl geçti. Bu kez Selçuk’u görmek için Kandıra’ya değil Silivri’ye gidiyorum. Selçuk bir kez daha cezaevinde. Aradan geçen süre içerisinde onlarca avukat tutuklandı yüzlercesi yasaklama kararları sebebiyle duruşmalara giremiyor. 2013 söyleşisinde şöyle bir tespit vardı:


“İstanbul Barosu bu saçmalığa karşı sesini yükseltemedi. Bunu yapsaydı, belki bugün kendisi hakkında açılan soruşturmayla karşı karşıya kalmayabilirdi.”


Sene 2019, o gün sesini yükseltmesi istenen Baro yönetimi sessizlik içinde girdiği üç seçimi kazanarak ufak kadro değişiklikleri ile yoluna devam ediyor. KHK’lerle, OHAL’le, sokağa çıkma yasakları ile geçen yılları da yeni bir soruşturmaya uğramadan, fotoğraf karelerine girmeden atlattı. Hakkını yemeyelim, Türkiye’ye bu sene atfedilen “Tehlikedeki Avukatlar” gününde yaptığı balkon konuşmasını şu sözlerle bitirdi, “Buradan bütün dünyaya ilan ediyoruz ki, hiçbir baskıya boyun eğmeyeceğiz. Tehditler bizi yıldırmayacak… Asla sinmeyeceğiz. Bizi büyüten öykülerimizin yol göstericiliğinde daima demokrasiye ve insan haklarına sahip çıkacağız. Genlerimizdeki mücadele azmini hep diri tutacağız.” Alakasız bir şekilde 2013 söyleşisinin yayınlandığı Express kapağının spotu aklıma geldi: “Yapmayın bize laga luga çene”.



Yaklaşın, Uzaklaşın


Silivri 9 No’lu Cezaevi “Ziyaretçi Kabul Merkezi”ne yaklaştık, birazdan cezaevine giriş işlemleri için “ziyaretçi kayıt” masasında bulunan formları doldurmaya başlayacağız. Görüşeceğimiz kişilerin adlarını kayıt masası üzerindeki formlara yazıp imzalıyoruz. Beraber geldiğim meslektaşım Av. Öykü Köse yanında getirdiği kilidi uzatıyor. “Bu nedir?” diye soruyorum. “İçerideki dolaplar için. Bazen kilit vermiyorlar. Biz de yanımızda taşıyoruz kilitleri”  

Göz retinasının alınarak kaydın yapıldığı bölüm


İçeriye kağıt kalem dışında bir şey sokmak yasak. Kağıt kalem dışında üzerimizde bulunan eşyaları dolaba koyuyor ve kendi kilidimizle kilitliyoruz. Sonrasında göz retinamızın alınacağı bölüme geçiriyoruz: “Yaklaşın, biraz daha yaklaşın, uzaklaşın, biraz daha uzaklaşın” komutlarıyla retina işlemlerini de bitiriyoruz. İçerideki görevliden yaka kartını ve görüşeceğimiz kişilerin adları yazılı olan formu aldıktan sonra dışarı çıkıyor ve 9’nolu cezaevine doğru yürüyoruz.


Cezaevi giriş kapısı


Kaydın yapıldığı bina ile cezaevi arasında 500m’lik bir mesafe var. Bu mesafeyi yürüyüp cezaevi binasına önce jandarma kontrolündeki kapıdan giriş yapıp, sonrasında da çok çok duyarlı x-ray’dan geçip girebiliyoruz. Saatimi çıkarmayı unutmuşum, ayakkabı da öttü, diğerin de neyin öttüğünü anlayamadım. Üç kere tekrarlayıp sonunda ötmeden x-ray’dan geçebilmeyi becerdim. Saatimi çıkarıp orada bırakmam gerekiyormuş, anlamadım ama ısrar da etmedim. 



Şimdi turnikeye doğru yöneldik. Buradan göz retinamızı okutup geçebiliyoruz. “Yaklaş, uzaklaş” komutlarıyla bu kapıyı da açtık.


Masada iki gardiyan oturuyor. Kiminle görüşeceğimizi sorup ve elimizdeki kağıtları alıp bizi görüş odasına yönlendiriyorlar.


Kaydımızı yaparken beklememek için Selçuk’la görüşeceğimizi içeriye bildirmelerini rica etmiştik. Bildirmişler, onlar da biz kaydımızı yapana kadar getirmişler Selçuk’u, içeride bizi bekliyor.


Ölüm Terbiyesi


Sıcak bir selamlama ile karşılıyor bizi Selçuk. Karşılıklı hal hatır sorduktan sonra, fotoğraf ve görüntüleri sosyal medyadan görüp izlediğimi söylüyor ve mahcubiyetle, üzüldüğümü söyleyip iki gün önce kaybettiği babası için “başın sağolsun” diyorum. Durgunlaşıyor Selçuk, ayaktayız, oturuyor.


“Çarşamba konuştuk. Cuma sabahı avukatlarım geldi ve onlardan öğrendim öldüğünü. Hemen başvuracağız dediler. Beş saatlik bir izin çıktı, şaşırdım. Konya’ya erken indik. İznim beş saat olduğundan beni hemen eve götürmediler. ‘Şimdi seni götürürsek mezarda bulunamazsın’ dediler. Niye? diye sordum. ‘İznin beş saat, senin orada beş saatten fazla kalmana müsaade edemeyiz.’ dediler. Askerlerle beraber bir kamelyanın altında saatlerce oturduk, zamanın geçmesini ve cenaze saatinin yaklaşmasını bekledik. Bu nasıl bir akıl ve vicdandır?  Niye beş saatle sınırlıyorsun?”


Cenaze sonrasında sosyal medyaya yansıyan görüntüleri soruyorum:


“Eve yaklaştık, yanımdaki jandarma kelepçenin üzerine mont ile kapatmaya çalıştı. Çocuk benim utanacağımı düşünmüş. Ona anlattım, endişelenme ben utanmıyorum, beni karşılayan herkes de benim kim olduğumu bilir, dedim. Kelepçe benim değil onların utancıdır.”  


Selçuk tüm bunları anlatırken araya girip Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanlığı imzasıyla yayımlanan bildiriyi anlatıyor ve TBB’nin bildirisinde geçen “Avukat Kozağaçlı’nın babasının cenaze törenine yetişmesini teminen bu yöndeki dilekçenin bir an önce işleme konulması ve merhumun cenazesinin defnedileceği Konya’ya intikaline ilişkin planlamanın yapılması rica edilmiştir. Adalet Bakanlığı’nca bu talebimiz süratle yerine getirilmiştir.” beyanı hakkındaki düşüncelerini soruyorum.


“TBB’nin kredisi beş saat ise istifa etmesi lazım. Bu övünülecek bir şey tersine utanılacak bir şeydir. Umarım TBB başkanının hiçbir etkisi olmamıştır, bu utancı üstlenmesi gerçekten üzücü”


Yazıyı kaleme alırken TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nun konuya ilişkin yeni bir açıklaması var mı diye baktım, bulamadım. Tutuklu avukatlar ve hak ihlalleri için gereğini fazlaca yaptığını inanmış olacak ki doğan boş zamanı için yeni bir hedef koymuş: “Her türlü terör örgütünü Allah’ın izniyle kahredeceğiz”. Gel ha Feyzioğlu havalanma, engin ol, engin.


Biz yine müvekkilimiz, dostumuz Selçuk’un yanına dönelim. Peki, cenazeden dönüp cezaevine geri geldiğin ilk günün nasıl geçti? diye soruyorum:


“Zeynep Sayın’ın ‘Ölüm Terbiyesi’ kitabını özellikle söylemem lazım. Cenazeden önce masamın üstünde duruyordu, henüz başlamamıştım. Cenazeden döner dönmez başladım okumaya, bu kitapla beraber öfkem biraz azaldı. Bu kitap beni sakinleştirdi, çok iyi geldi. Ölüme ilişkin terbiyesi olmayanın hiçbir şeye ilişkin terbiyesi olmaz.”


Oğlunun cesedini alabilmek için 91 gün açlık grevi yapan Kemal Gün, Şırnak’ta zırhlı araç arkasında cesedi sokak sokak sürüklenen Hacı Osman Birlik… Ölümün terbiyesi kalmadı gerçekten. Sezai Karakoç’un mısrası geldi aklıma, “Değişe değişe bozulmuş, ölüm bile”








İzlenimlere devam etmeden önce gelin Selçuk’u ve diğer avukat arkadaşlarımızı cezaevine kapatan adliye sürecini bir kez daha hatırlayalım.


12 Eylül 2017’de bürolarına yapılan polis baskını ile 16 avukat 20 Eylül’de tutuklandı. Kozağaçlı’da yurtdışından döndü ve 13 Kasım 2017’de tutuklandı, toplam 17 avukat. İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi dört gün süren uzun bir yargılamadan sonra, 14 Eylül’de tutuklu avukatlar Ahmet Mandacı, Aycan Çiçek, Ayşegül Çağatay, Aytaç Ünsal, Barkın Timtik, Behiç Aşçı, Didem Baydar Ünsal, Ebru Timtik, Engin Gökoğlu, Naciye Demir, Özgür Yılmaz, Selçuk Kozağaçlı, Süleyman Gökten, Şükriye Erden, Yağmur Ererken, Yaprak Türkmen, Zehra Özdemir’in tahliyesine hükmetti.Avukatlar tahliyeyi kutlamak için arkadaşları onuruna yemek tertipledi. Avukatlar arkadaşlarını karşılamaya hazırlanırken bu esnada da savcı tahliye kararına itiraz etmekle meşguldü. 12 saat bile geçmeden, mesai saatine takılmadan savcılık tahliye kararına itiraz etti. Gerekçe, “kuvvetli suç şüphesi ile tutuklamanın ‘verilmesi beklenen ceza’ ile ölçülü olması”. Tahliye kararı veren aynı mahkeme beş avukat hariç 12 avukat hakkında itirazı kabul ederek yeniden tutuklama kararı ve yakalama emri çıkardı. Avukatlar (Engin Gökoğlu, Aycan Çiçek, Aytaç Ünsal, Behiç Aşçı) tahliyeyi kutlamak için düzenlenen yemeğe giderken gözaltına alınarak tutuklandılar.


Selçuk daha sonra adliyeye gelip mahkemeye çıktı ve tutuklandı. Öncesinde yaptığı açıklama ile mahkeme kararına uymak için gelmediğini, hesabının olduğunu ve hesabını görmeye geldiğini söyledi:


https://www.youtube.com/watch?v=XvTia_MxFGg


İki karar, ikisinde de kendi isteği ile gelen bir avukat ve tutuklama gerekçesi “kaçma şüphesi”. Yandı yine baş denen tepenin içindeki makine. Ben bu bölümü, dolanmadan dilime başkaca bir şey, Cahit Külebi’nin “Hikaye”si ile bitireyim:


“…

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!

Benim doğduğum köyler de güzeldi,

Sen de anlat doğduğun yerleri

Anlat biraz!”


Yağmur Altında Titreyerek Sohbet Ediyoruz


Selçuk 435 gündür, arada verilmiş üç gün süren tahliye kararını saymazsak, tek kişilik hücrede. Defalarca dilekçe vermiş tek kişilik hücreden çıkabilmek için ama hiçbirine cevap yok. Av. Öykü Köse hatırlattı, bir yıl dolduktan sonra cezaevinde ayda iki kere diğer mahpuslarla bir araya gelme ve sohbet etme hakkınız varmış. Selçuk bir yıl sonrasında bu hakkı birkaç kez kullanmış fakat cezaevine yeniden kapatıldıktan ve açlık grevine başladıktan sonra kullanmasına izin verilmiyormuş.


“Osman Kavala ile aynı koridordayım. Koridordaki diğerleri cemaat soruşturmasından yatanlar. Görüşmelere çıkarken kapıdan sesleniyorlar, onun dışında kimseyi göremiyorum. Bir yıl dolduktan sonra ayda iki kez üç saatliğine izin verilen sohbet uygulaması var. Kiminle sohbet edebileceğinize onlar karar veriyor, sizin seçme şansınız yok. Beni, suçladığım örgütten yargılan diğer kişilerle beraber çıkarıyorlar. Fakat hiçbir şekilde beraber yargılandığım Behiç gibi arkadaşlarım ile yan yana gelmeme izin vermiyorlar.


Sohbet uygulaması denince öyle aklınıza kapalı bir alanda bir araya gelip muhabbet etme gelmesin. Ne yalan söyleyeyim benim aklıma geldi.


“Yedi kişiyi çıkartıp, halı sahanın ortasına getirip üzerimize kapıyı kilitliyorlar. Yaz kış aynı uygulama. Yağmur kar fark etmiyor. Şikayet ettiğimizde, “isterseniz içeri alalım” diyorlar. İçeri almak demek sohbetin bitmesi ve bizi hücrelere geri götürmek demek. Kapalı bir yerde bir araya gelmemize izin yok. Biz de arkadaşları görmüşüz, içeri girer miyiz hiç, yağmur altında titreye titreye sohbet ediyoruz.”


Dar Alanda Fotokopi Yaşam


Tutuklanmak ve cezaevine kapatılmak. İddianameyi beklemek. Geçen yılların ardından mahkeme günü belli olduğunda sevinmek, duruşma zamanı için gün saymak. Duruşma başladı. Günlerce savunma yapmak, beyanlarda bulunmak ve sonrasında serbestsin. Sarılmalar, alkışlar. Cezaevine geri dönüş, bu kez kısa misafirlik için. Topla eşyalarını. Buzdolabı, televizyonun varsa ya birilerine bırak ya da arkandan atacaklar. Dışarıda eş, dost, ana, baba bekler, üzerine çeki düzen ver ve dışarıdasın. Ne güzelmiş gökyüzü, duvarsız boş araziler. “Savcı itiraz etti, duymadın mı?”. “Seni serbest bırakan mahkeme fikir değiştirmiş, tutuklanmana karar vermiş”.  Yeniden kelepçe ve yine yeniden giriş işlemleri. Aynı hücredesin tekrar.  Özgürlük Yolu filminin o efsane repliği geldi aklıma: “Düşüncelerimi anlatan kelimelerin gitgide anlamsızlaştığını fark ettim”


“52 numaralı aynı hücreme döndüm. Bomboştu hücrem. Bir günlük tahliye ile dışarı çıkmak fakirleştirdi beni, döndüğümde hiçbir eşyam kalmamıştı. Temizlik yaparak çıkmıştım. Benden önce bir yargıç kalmış, o da tertemiz yaparak çıkmıştı şimdi kaldığım hücreden. Çok sevinmiştim bu temizliği görünce. Ben de benden sonrası için temizlik yapmıştım ama yine ben geldim.” 


435 gündür tek başınıza bir hücredesiniz. Bunun ne demek olduğunu anlamak için uzun süre tek başına hücrede kalan deneyimli mahpus Ali Gülmez’e bırakayım sözü: Siyasi ideolojik birikiminiz deneyiminiz ne olursa olsun; hücre tipi yaşam ile size dayatılan yaşamın ne kadar bilincinde olursanız olun, ne kadar çözümlerseniz çözümleyin yaşamınız tek kişiliktir.Dar alanda fotokopi bir yaşamdır bu. Bu koşulların bilincinde olan mahpuslar kendine dayatılan izole yaşama bir direnç kurmaya çalışırlar.” Bu direnç genelde cezaevinin dayattığı rutine karşı kendi zamanını planlamak ve bol bol okumak ve mümkün olduğunca yazmaktır. Elbette bu direnç kurma biçimi kişiye göre değişebilmektedir. Selçuk, dışarıdaki disiplinini aynı şekilde cezaevinde de sürdürmeye çalıştığını; yatış, kalkış, spor ve çalışma saatlerinin olduğunu, televizyonu çok az izlemeye gayret ettiğini söylerken aynı cezaevinde kalan Eren Erdem saatleri düzenlemeye çalıştığını ama bunun kendisine iyi gelmediğini söylüyor: “İlk başlarda sabah erken aynı saatte kalkıp, spor yapıp belirli saatlerde okuyup çalışıyordum. Belirli bir süre sonra kendimi çok fazla zorladığımı fark ettim. Şimdi belirli bir rutin oluşturmadan günlük hareket ediyorum. Yatış, kalkış saatlerimin kitap okuma düzenim her gün farklılaşabiliyor. Bu bana daha iyi geldi”  Peki Selçuk’un cezaevinde günlük yaşamı nasıl?


“Sabah 6:00 kalkış. 8:00’desayım var ve avlu kapısı açılıyor. Bu saate kadar okuyup çalışıyor ve hafif spor yapıyorum. Önceden koşu da yapıyordum, açlık grevine başladıktan sonra bıraktım. Gerçi koşuda da alan çok dar olduğundan sıkıntı yaşadım, avlu çok dar. Öğleden önce avukat ziyaretim olmuyor, avukatlar genelde öğleden sonra geliyor. Bu arada yine okumaya devam ediyorum. Televizyonu gün içerisinde bir saatten fazla açık tutmuyorum, çok tehlikeli. Sizi bulunduğunuz yerin koşullarından koparıyor. Belli bir süre sonra sürekli televizyon karşısında zaman geçirmeye, hiç üst değiştirmemeye, yataktan çıkmamaya başlıyorsunuz.”


Avukat ziyaretlerinin özellikle tek kişilik hücrede kalan mahpuslara nasıl iyi geldiğini  daha önceki cezaevi ziyaretlerimde farklı kişilerden duymuştum. Fakat son dönemlerde, tecride son verilmesi talepleri Bakanlık tarafından “Yok öyle bir şey. Bakın ne kadar çok avukat ziyaret etmiş. Tecrit olan bir yerde bu kadar ziyaretçi olur mu?” gerekçesiyle ret ediliyor.Bakanlığa bir de sol kanattan bindirip soralım: Neydi tecrit? Tecrit ayırılıp tek başına bir hücrede tutulmaktı. Tecrit soyutlanmaktı. Tecrit yalıtılmaktı. Tecrit sohbet hakkını kullanamamaktı…


Av. Öykü Köse, Selçuk’un da avukat ziyaretçisinin çok olduğunu ve Bakanlığın bahsettiğim şekilde bunu kullandığını söylüyor. Selçuk araya girip:


“Evet, güçlü bir avukat görüşüm var. Bugüne kadar yanlış saymadıysam 917 avukat ile görüştüm. Tek kişilik hücrede avukat görüşü nefes aldırıyor, her seferinde seni hücreden çıkarıyorlar. Fakat bunun tecridi ortadan kaldırdığını söylemek akıldışı.” 


Biz Ne Yapacağız?


Duruşma tarihine sayılı günler kaldı. Peki ama Selçuk içeride duruşmaya hazırlanabiliyor mu? Dava dosyasını inceleyebiliyor mu?


“Dosyada bulunan evrakların birçoğu dijital. Bilgisayar dışında inceleyebilme şansım yok. Tahliye edilmeden önce haftada iki saat bilgisayar kullanabiliyor ve mahkemeden gelen cd’leri inceleme şansım oluyordu. Tahliyem ile beraber cd’leri elimden aldılar. Tekrar tutuklandıktan sonra mahkemeden cd’leri tekrar istedim, mahkeme çok geç gönderdi. Fakat bu kez de cezaevi idaresi talep etmeme rağmen bilgisayar kullanmama izin vermedi. Bu nedenle dava dosyasında bulunan dijital evrakları inceleyemiyorum.” 


Mektup, gazete ve dergi alımlarında sorun yaşıyor mu? Neler okuyor?


“Mektuplaşma sorun. Hiçbir şeyi kırk beş gün önceden vermiyorlar. Hiçbir politik dergiyi alamıyoruz. Sadece “Hukuk Defterleri” dergisi düzenli elime ulaşıyor, çok memnunum, arkadaşlara çok teşekkür ediyorum…Dört yüz kitabı geçtim. Günde bir kitap bitiriyorum. Hücremde on beş kitap bulundurabiliyorum. Üç kişilik koğuşlarda on kitaba izin veriyorlar. Bu da tek kişilik hücrenin avantajı (gülüyor). Buranın tek düzgün işleyen yeri kütüphanesi, gelen gidenle beraber zengin bir kütüphane olmuş. İngiliz edebiyatını burada okuma başladım, bir de Marksist literatürü yeniden tarama şansım oldu. Bir de her okuduğum kitapla beraber kaynakçalarını göz atıyorum ve yeni yeni liste çıkıyor. Bir hayli uzun bir listem oldu.” 


2014 yılında yaptığı “Kendi adımıza asaleten ezilenler yoksullar adına vekaleten” diye başlayan, “Sen bildiğin yolda yürü bırak ne derlerse desinler” ile devam eden ve Antigone’yi andığı o meşhur kopuş savunmasını okumuşsunuzdur. (FOTO) Okumayanlar için kitabın kapağını hemen yana iliştiriyorum. Benim o savunmada tutunduğum ve her daim hatırladığım Silivri’nin o en büyük duruşma salonunda Turgut Uyar’ın dizileri ile bitmesiydi:


“(…)

çiğdem cefaya katlanır alışmıştır kendi yeşiline

haklıdır bakımsızdır yağmurun durmadan günü değişir

hoş olsun bütün verdikleri aldıkları şu çiçeklerin

gül susar çiğdem uyanır tüfek başlar konu değişir

hep böyle süreceği sanılır bu gül hikayesinin

hep böyle sürer gerçi ama bir gün sonu değişir”


Peki şimdi nasıl bir savunma için hazırlanıyor?


“Daha çok okumaya vaktim oldu. Çok ihmal ettiğim şeyleri tamamlamaya çalışıyorum. Kürsüde geleceğe ilişkin sistematik bir çağrı yapmalıyız. Bir gün sonu değiştiğinde hikayenin biz ne yapacağız? Alman pozitivizminin altından kalkamadığı soru bu? Bize bunları çektirenleri ne ile suçlayacağız? Biz de mi sahte mahkemeler kurup geçmişe yönelik yargılamalar yapacağız? Nasıl bir demokrasiye geçeceğiz, nasıl bir demokrasi inşa edeceğiz? Bu sorunun cevabını arayıp ve soracağız. Geleceğe yönelik bir çağrı olacak.”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ankaralılar yaz gelince ne yaparlar?

  https://filmmirasim.ktb.gov.tr/