Viktor Emil Frankl, (1905 – 1997) Holokosttan kurtulan Avusturyalı nörolog ve psikiyatr. Varoluşçu psikolojinin bir şekli olan ve “Psikoterapinin Üçüncü Viyana Okulu” olarak da bilinen logoterapinin kurucusudur.
**
Dr. Frankl, şöyle veya böyle çeşitli acılar içinde kıvranan hastalarına-bazen “Neden intihar etmiyorsunuz?” diye sorar. Bir çok durumda, bu soruya verilen yanıtlardan, kendi psikoterapi yaklaşımının belirleyici ilkelerini bulabilmektedir: Bir hastada, onu yaşama bağlayan çocuklarına yönelik sevgi söz konusudur; bir başkasında kullanılacak yetenekler; bir üçüncüsünde belki de sadece korunmaya değer canlı anılar. Parçalanmış yaşamın bu ince ipliklerinden sağlam bir anlam ve sorumluluk örgüsü dokumak, çağdaş varoluşçu analiz’in Dr. Frankl’e özgü yorumlanışı olan logoterapi’nin konusunu ve hedefini oluşturmaktadır.
**
Eski tutuklulardan birisinin güvenim kazanmaya çalıştım. Sinsice yanına yaklaşarak, paltomun iç cebindeki kâğıt tomarını işaret ettim “Bakın, bu, bilimsel bir kitabın el yazması. Ne diyeceğinizi biliyorum; yaşadığım için minnet duymam gerektiğini, kaderden sadece bunu bekleyebileceğimi söyleyeceksiniz. Ama yapamam. Bu kitabı ne pahasına olursa olsun korumam gerek; bu benim hayatımın çalışması. Anlıyor musunuz?” Evet, anlamaya başlamıştı. Önce acıyarak, derken alaycı ve yaralayıcı bir havayla sırıttı ve kamp sakinlerinin dağarcığında kesinlikle bulunmayan bir kelimeyle cevap verdi: “Bok!” O anda açık gerçeği gördüm ve ruhsal tepkimin ilk evresinin doruk noktası olan şeyi yaşadım: Geçmişimin tamamım dışarıda bırakmıştım. Ansızın, solgun, korkulu yüzlerle çaresizce tartışan yeni gelenler arasında bir kaynaşma oldu. Boğuk bir sesle verilen komutları tekrar duyduk. Tekme tokatla, banyoya açılan bölmeye sürüldük. Bir SS görevlisi, şunları söyledi: “İki dakikanız var. Bu iki dakika içinde tamamen soyunmuş ve her şeyinizi olduğunuz yere bırakmış olacaksınız. Ayakkabılarınızın, kemerlerinizin veya askılarınızın ve olanlar için kuşakların dışında yanınıza hiçbir şey almayacaksınız. Şimdi!” Tutuklular, akıl almaz bir telaşla üzerlerindekileri yırtarcasına çıkarmaya başladı. Süre azaldıkça sinirleri gerilen tutuklular, iç çamaşırlarını, kayışlarını ve ayakkabı bağlarını koparırcasına çıkardılar. Ve ilk kamçı sesleri duyulmaya başladı: Çıplak bedenlere inip kalkan deri kayışlar. Daha sonra tıraş edilmek üzere bir başka odaya sürüklendik: Sadece kafalarımız tıraş edilmedi; vücudumuzda tek bir tüy bile kalmamıştı. Derken duşlara geldik, tekrar sıraya girdik. Birbirimizi güç bela tanır hale gelmiştik; ancak bazılarımız, duşlardan gerçek suyun aktığını fark etmişti. Duş için sıra beklerken, çıplaklığımızı iliklerimizde duyumsamıştık: Artık çıplak vücutlarımızdan başka gerçekten hiçbir şeyimiz kalmamıştı; tüyümüz bile yoktu; sahip olduğumuz tek şey kelimenin tam anlamıyla çıplak varoluşumuzdu. Önceki yaşamımızla aramızda geri kalan maddi bir bağ var mıydı? Benim için, gözlüklerim ve kemerim vardı ki bu kemeri daha sonra bir parça ekmekle değiştirecektim. Kuşakları olan insanlar için, fazladan biraz daha heyecan söz konusuydu.
**
Şimdi bize, insanı kabaca her şeye alışabilen bir varlık olarak tanımlayan Dostoyevski’nin sözlerinin doğru olup olmadığı sorulacak olursa, cevabımız, “Evet, insan her şeye alışabilir, ama nasıl olduğunu bize sormayın,” olacaktır. Psikolojik araştırmalarımız henüz oraya gelmedi; biz tutsaklar da o noktaya ulaşmış değildik. Henüz ruhsal tepkimizin ilk evresindeydik. İntihar düşüncesi, kısa bir süreyle de olsa, hemen herkesin kafasını kurcalıyordu. Bu düşünce, durumun ümitsizliğinden, her gün ve her saat gölgesi üstümüzde olan kesintisiz ölüm tehlikesinden ve diğer birçokları tarafından yaşanan ölümün yakınlığından doğuyordu. Daha sonra değinilecek olan kişisel inançlarımdan ötürü, kampa vardığım ilk akşam, “tele koşmayacağıma” yemin ettim. Bu deyim, en popüler intihar yöntemini anlatmak için kullanılıyordu: Elektrik yüklü dikenli tel çitine dokunmak. Bu kararı vermek benim için çok zor olmamıştı. İntihar etmenin pek bir anlamı yoktu, çünkü nesnel bir açıdan hesaplandığı ve olasılıkların tamamı dikkate alındığı zaman, ortalama kamp sakini için yaşam beklentisi son derece cılızdı. Bütün elemeleri geçip yaşamayı başaran küçük yüzde arasında olmayı rahatlıkla bekleyemezdi. Auschwitz kampındaki bir tutsak, şokun ilk evresinde ölümden korkmuyordu. İlk birkaç günden sonra gaz odaları bile dehşetim kaybediyordu. Ne olursa olsun, bu dehşet onu intihar etmekten alıkoyuyordu.
**
Sanırım bir keresinde Lessing şöyle demişti: “Aklınızı kaybetmenize neden olacak şeyler vardır ya da kaybedecek aklınız yoktur.” Anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki normal bir davranıştır. Psikiyatrist olarak bizler bile, bir insanın, örneğin bir tımarhaneye kapatılmak gibi anormal bir duruma yönelik tepkilerinin, normalliğin derecesiyle orantılandığımız zaman anormal olmasını bekleriz. Bir toplama kampına düşen bir insanın tepkisi de zihnin anormal bir durumuna karşılık gelir, ama nesnel olarak yargılandığı zaman normaldir ve daha sonra göstereceğimiz gibi, o şartlara gösterilen tipik bir tepkidir. Tanımladığım bu tepkiler birkaç gün içinde değişmeye başladı. Tutsaklar, ilk evreden İkincisine geçiyordu; bu, kişinin bir tür duygu yitimine girdiği nisbi duyarsızlık evresiydi. Yukarıda anlatılan tepkilere ek olarak, yeni gelen tutuklular, öldürmeye çalıştıkları acı dolu duyguların içinde kıvranıyordu. Her şeyden önce, tutsağın, evine ve ailesine yönelik sınırsız özlemi söz konusuydu. Bu duygu çoğunlukla öylesine aşırı oluyordu ki, kişi, özlemin kendisini yiyip bitirdiğini hissediyordu. Bunu tiksinti izliyordu: Onu çepeçevre kuşatan olanca çirkinliğe ve bunu çağrıştıran her şeye yönelik bir tiksinti.
**
Sabahın erken bir saatinde, henüz hava aydınlanmadan, grubumuzla birlikte yürüyüşe hazır vaziyette kapının önünde bekliyorduk. O saatlerde çığlıklar duyar, bir yoldaşın yerde nasıl tekmelendiğini, sonra kaldırılıp tekrar nasıl yere vurulduğunu görürdük. Peki neden? Ateşi çıkmış ve yersiz bir zamanda revire gitmek istemiştir. İşten kaytarmak için bu tür bir girişimde bulunmasından ötürü cezalandırılmaktadır. Ama ruhsal tepkilerin ikinci evresine geçen bir tutuklu artık gözlerini çevirip bakmıyordu bile. O zamana kadar duygulan körelmiş ve izlediği şeyden etkilenmez bir hale gelmiştir. Bir başka örnek daha: Birisi, yaralı olduğu için ya da belki de ödem veya ateş yüzünden, birkaç gün kamp içinde hafif işlerde çalıştırılma umuduyla revire başvurur. Kar içinde saatlerce hazır ol vaziyette bekletilen, kampta ayağına göre ayakkabı olmadığı için dışarıda çıplak ayakla çalışmaya zorlanan on iki yaşında bir çocuğun revire getirildiğini görmek onu etkilemez. Çocuğun parmakları donmuştur ve doktor elindeki pensle, çocuğun kangren olan morarmış parmak uçlarım teker teker keser. Tiksinti, dehşet ve acıma: Bu olayı izleyen bir tutuklu artık böyle şeyler hissetmez. Birkaç haftalık kamp yaşamından sonra acı çekenler, can çekişenler ve ölümler öylesine sıradan şeyler olur ki, bunlar, tanıklık eden bir tutukluyu artık etkilemez olur. Ateşi çok yüksek, çoğunlukla hezeyanlı, birçoğu da can çekişmekte olan tifüslü hastaların bulunduğu bir barakada bir süre kalmıştım. Hastalardan birisi öldükten sonra, her ölümle birlikte defalarca tekrarlanan aşağıdaki sahneyi, coşkusal bir alt-üst oluş yaşamaksızın izledim. Tutuklular, teker teker, hâlâ sıcak olan cesede yaklaştı. Birisi, patates ezmesinden arta kalanları kaptı; bir diğeri tahta takunyalarının kendisininkinden daha iyi olduğuna karar verip değiştirdi. Üçüncü bir tutuklu ölünün paltosuna el koydu, bir diğeri de gerçek kaytan bulmaktan (bir düşünün!) memnunluk duymuştu. Bütün bunları kayıtsızca izledim. Sonunda “hemşire”ye cesedi kaldırmasını söyledim. Hemşire cesede yaklaşıp ayaklarından kavradı, elli tifüslü hastaya yatak hizmeti gören iki sıra tahtanın arasındaki dar koridora paldır küldür indirdi ve cesedi, tümsekli toprak taban üzerinde sürüye sürüye kapıya doğru götürdü.
**
Tutuklunun ruhsal tepkilerinin ikinci evresinde ortaya çıkan semptomlar, duygu yitimi (apati), yani kişinin hissetmeyi göze alamadığı coşku ve duygularım köreltmesiydi; bu da sonunda tutukluyu, her gün ve her saat karşı karşıya olduğu dayağa karşı duyarsızlaşmıyordu. Bu duyarsızlık yoluyla tutuklu, kendini kısa zamanda çok gerekli ve koruyucu bir kabukla kaplıyordu. En küçük bir kışkırtmada, bazen de hiçbir neden olmaksızın dayak fasılları yaşanıyordu, örneğin ekmek işyerinde dağıtılıyordu ve bunun için sıraya girmemiz gerekiyordu. Bir keresinde arkamda duran adam sıradan biraz sapmıştı ve bu simetri bozukluğu SS gardiyanının hoşuna gitmemişti; ansızın kafama inen iki ağır sopa yedim. Ancak o zaman yanımda duran eli sopalı SS gardiyanım fark ettim. Bu tür durumlarda insanı en çok yaralayan şey oldu bu hem yetişkinler hem de cezalandırılan çocuklar için geçerlidir) fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır.
**
Gariptir, bazen, hedefini şaşıran bir darbe, hedefini bulandan daha çok yaralayıcı olabiliyor. Bir keresinde, bir kar fırtınasında, demiryolu raylarının üstünde duruyordum. Hava muhalefetine karşın grubumuz çalışmaya devam etmek zorundaydı. Rayların arasına çakıl atma işinde oldukça sıkı çalışıyordum çünkü ısınmanın tek yolu buydu. Küreğime yaslanıp nefesimi toplamak için bir an ara verdim. Talihsizlik eseri o anda gardiyan geri döndü ve beni görünce kaytardığımı düşündü. Gardiyanın bende yarattığı acının nedeni hakaretler ya da dayak değildi. Pejmürde, bir deri bir kemik önünde duran ve belki de ona insanı ancak bulanık bir şekilde anımsatan bu figürü tek kelime söylemeye, hatta küfretmeye bile değer görmemişti. Bunun yerine, oyun oynarcasına, yerden bir taş alıp üzerime attı. Bu bana, cezalandırılmaya bile gerek duymayacak kadar az ortak şeye sahip olunan bir yaratığın, bir yabani hayvanın dikkatini çekmek ya da evcil bir hayvanı işine döndürmek için başvurulan bir yöntem gibi geldi.
**
Bir başka seferinde, su boruları döşemek için, ormanda, eksi on yedi derece soğukta donan sertleşmiş toprağı kazmaya başlamıştık. O gün gelinceye kadar, fiziksel olarak epeyce zayıflamıştım. Yanıma tombul, pembe yanaklı bir usta geldi. Yüzü bana açıkçası domuz kafasını çağrıştırıyordu. Acı soğukta, çok güzel, sıcak, eldivenler giymişti. Bir süre sessizce beni izledi Bir sorun olduğunu hissettim, çünkü önümdeki toprak birikintisi, ne kadar çalıştığımı kesin olarak gösteriyordu. Bağırmaya başladı: “Seni domuz! Bunca zamandır seni izliyorum! Sana nasıl çalışılacağım göstereceğim! Pisliği dişlerinle kazıyana kadar bekle. Bir hayvan gibi gebereceksin! İki günde işini bitireceğim! Hayatında elini işe sürmemişsin. Nesin sen? Bir domuz? İşadamı?” Aldırmadım. Ama beni öldürme tehdidini ciddiye almak zorundaydım, bu nedenle doğrulup doğruca gözlerine baktım.
“Uzman doktordum,” dedim.
“Ne? Doktor mu? Bahse girerim ki bu işten yükünü tutmuşsundur.”
“Genelde olduğu gibi, işimin çoğunu yoksullara hizmet veren kliniklerde yaptım,” diye karşılık verdim. Ama bu kez fazla konuşmuştum. Delirmişçesine üstüme atılıp beni yere vurdu ve bağırmaya başladı. Ne diye bağırdığını artık hatırlamıyorum. Görünürde önemsiz olan bu öyküyle, katılaşmış gibi gözüken bir tutukluda bile içerlemenin alevlendirebildiği durumlar olduğunu / anlatmak istedim; bu, acımasızlığın ya da fiziksel acının değil bunlarla birleşen aşağılamanın yarattığı bir içerlemedir. Bu olayda kan beynime sıçramış, çünkü yaşamım konusunda hiçbir fikri olmayan (itiraf etmem gerek: Olaydan sonra arkadaşlarıma söylediğim bu sözler bana çocuksu bir rahatlama vermişti),
“hastanemdeki hemşirenin bekleme odasına bile kabul etmeyeceği kadar kaba ve hayvanca görünen” bir adamın, yaşamımı yargıladığım dinlemek zorunda kalmıştım. Bereketlersin ki, çalışma grubumdaki Kapo bana borçluydu; benden hoşlanmaya başlamışa, çünkü İşyerine yaptığınız uzun yürüyüşlerde anlata anlata bitiremediği aşk hikâyelerini ve evlilik sorunlarım dinliyordum. Kişiliği konusundaki teşhisimle ve psikoterapik öğütlerimle onu etkilemiştim. Bu nedenle bana minnet duyuyordu, bu da benim için değerli bir şeydi. Daha öncesinde birkaç kere beni, genellikle iki yüz seksen kişiden oluşan grubumuzun ilk sıralarında, kendisine yakın bir yere almıştı. Hava henüz aydınlanmadan, sabahın erken saatlerinde sıraya girmemiz gerekiyordu. Herkes, geç kalmaktan ve arka sıralara düşmekten korkuyordu. Tatsız ve hoşa gitmeyen işler olduğu zaman, kıdemli Kapo ihtiyaç duyulan işçileri genellikle arka sıralardan seçiyordu. Seçilen bu tutuklular, garip gardiyanların denetiminde, özellikle korkulan türden işlere gidiyordu. Bu tür işlerde kıdemli Kapo, açıkgöz davrananları yakalamak için, bazen ilk sıralardan da işçi seçiyordu. Bütün itirazlar ve yalvarıp yakarmalar, amacına ulaşan birkaç tekme tokatla susturuluyor ve seçilen kurbanlar komut ve dayak eşliğinde belirlenen yere sürülüyordu. Ne var ki, benim Kapo içini dökme ihtiyacı duyduğu sürece başıma böyle bir şey gelmezdi. Onun yarımda garantili bîr onursal yere sahiptim. Ama bunun bir başka avantajı daha vardı Kamp sakinlerinin hemen hepsinde olduğu gibi, ben de ödemden şikâyetçiydim. Bacaklarım öylesine şişmiş ve şişkin yerlerin derisi öylesine gerilmişti ki, dizlerimi kıramıyordum. Şişen ayaklanma olmadığı için, ayakkabılarımı bağsız giyiyordum. Çorap bulunsa bile giymek olanaksızdı. Bu nedenle yan çıplak ayaklanın hep ıslaktı ve ayakkabılarım hep karla dolu olurdu. Bu da elbette soğuk ısırığına ve şişkinliğe neden oluyordu. Böylece atılan her adım gerçek bir İşkence olup çıkıyordu. Karlı arazide yürürken ayakkabılarımızın üstü buz tutuyordu. Arada bir birisi kayıp düşüyor, arkadan gelenlerse ona takılıp yıkılıyordu. Bu durumda sıra kısa bir an için duruyordu. Gardiyanlardan birisi hemen harekete geçiyor ve çabucak kalkıp yürümeleri için, duranları dipçikliyordu. Sıranın ne kadar önündeyseniz, o kadar az durmak ve dolayısıyla ağrılı ayaklarınızla arayı kapatmak için o kadar az koşmak zorunda kalıyordunuz. Efendimiz Kapo’nun özel doktoru olmaktan ve sıranın başında dengeli bir tempoyla yürümekten mutluydum.
**
Halimize üzülen ve en azından inşaat alanında durumumuzu kolaylaştırmak için ellerinden geleni yapan ustalar da vardı. Ama onlar bile, sıradan bir işçinin, çok daha kısa sürede bizden birkaç kat daha fazla iş çıkardığım hatırlatıp duruyordu. Ama normal bir işçinin cebinde bir parça ekmek ve bir tas sulu çorbayla yaşamadığı; diğer kamplara gönderilen ya da derhal gaz odasını boylayan ailelerimizden haber alamayan bizlerin tâbi olduğu ruhsal baskı altında yaşamadığı; normal bir işçinin her gün, her saat kesintisiz bir ölüm tehdidi altında olmadığı anlatıldığı zaman, anlıyorlardı. Hatta bir keresinde nezaket sahibi bir ustaya, “Benim bu yol işini senden öğrendiğim kadar kısa bir süre içinde, bir beyin ameliyatının nasıl yapıldığım, öğrenebilirsen, sana derinden saygı duyarım,” deme cesaretim bile göstermiştim. O da gülümseyerek karşılık vermişti.
**
Komutlarla yürüyorduk: “Bölük, ileri, marş! Söl-2-3-4! Sol-2- 3-4! Sol-2-3-4! Sol-2-3-4! Baştaki sol, sol sol, sol! Kep çıkar!” Bu sözler şimdi bile kulaklarımda çınlıyor. “Kep çıkar!” komutuyla birlikte, kampın kapısından çıkıyorduk ve tarama ışıklan üzerimizde gezinmeye başlıyordu. Ustaca yürüyemeyen bir tekme yiyordu. Daha da kötüsünü, acı soğuk yüzünden, kepini izin verilmeden önce kulaklarına çekenler yaşıyordu. Karanlıkta, yol boyunca, büyük taşlara, tümseklere takılıp tökezliyor, su birikintilerine batıyorduk. Bize eşlik eden gardiyanlar sürekli bağırıyor ve bizi dipçik darbeleriyle yürütüyordu. Ayaklan yara olanlar yanındakilere yaslanıyordu. Kolay kolay tek kelime edilmiyordu; dondurucu soğuk konuşmaya engel oluyordu. Yanımda yürüyen adam ağzını paltosunun kalkık vakasına gizleyerek, ansızın şöyle fısıldadı: “Karılarımız şimdi bizi görebilselerdi! Kendi kamplarında daha iyi olduklarını ve başımıza gelenleri bilmediklerini umarım.”
Bu, karımla ilgili düşüncelere gömülmeme neden oldu. Ve kilometrelerce yolda düşe kalka, her seferinde birbirimizi destekleyerek, düşeni kaldırarak yürürken, tek bir kelime edilmedi, ama ikimiz de biliyorduk: Her ikimiz de karılarımızı düşünüyorduk. Zaman zaman, yıldızların solup, sabahın pembeleşen ışıklarının koyu bulutların arkasından yayılmaya başladığı gökyüzüne bakıyordum. Ama zihnim karımın hayaline sarılmıştı; garip bir kesinlikle hayal edebiliyordum. Bana cevap verdiğini duyuyor, gülücüğünü, dürüst ve yüreklendirici bakışlarını görüyordum. Gerçek ya da değil, karımın görünüşü, yükselmeye başlayan güneşten daha parlaktı. Kafama bir düşünce saplandı: Yaşamımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek: İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. O anda, insan şiirinin ve insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamım kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu. Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anladım. Tam bir yalnızlık konumunda, insan kendini olumlu eylemle dile getiremediği, çektiği acılara doğru bir tavırla -onurlu bir tavırla- katlanmaktan başka yapacak hiçbir şeyi olmadığı zaman, sevdiği insana ilişkin içinde taşıdığı imgeye sevgiyle yoğunlaşarak doyuma ulaşabiliyordu. Yaşamımda ilk kez, “Melekler, sonsuz bir ilahi mutluluğa ilişkin düşüncede kayboldu,” sözlerinin anlamını kavradım.
**
“Beni kalbine mühürle, sevgi, ölüm kadar güçlüdür.”
**
“Et lux m tenehris lucet” (ve karanlıkta bir ışık parladı). Saatlerce buz tutmuş toprağı kazdım, gardiyan, hakaretler yağdırarak yanımdan geçti, ben yine sevgilimle bir araya geldim. Orada benimle olduğunu daha bir derinden hissettim; ona dokunabileceğim, elimi uzatıp ellerini yakalayabileceğim duygusuna kapıldım. Duygu çok güçlüydü: Karım oradaydı. O anda, bir kuş sessizce alçaldı ve tam önüme, hendekten kazdığım toprak tümseğin üzerine konarak bana bakmaya başladı.
**
Mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hiledir. Ama her an her yerde acı bulunmasına karşın, bir toplama kampında bile yaşama sanatını uygulamak olasıdır. Bir benzetme yapacak olursak, bir insanın acı çekmesi, boş bir odadaki gazın davranışına benzer. Boş bir odaya belli bir miktarda gaz verildiği zaman, oda ne kadar büyük olursa olsun, gaz odanın tamamına yayılır. Ne kadar küçük ya da büyük olursa olsun, acı da insanın ruhuna ve bilincine tamamen yayılır. Dolayısıyla insanın çektiği acının “büyüklüğü” kesinlikle görecelidir.
**
Daha önce, öncelik taşıyan, kendini ve en yakın arkadaşlarını yaşatma meselesiyle ilgili olmayan her şeyin nasıl değerini kaybettiğini anlatmıştım, insanın kişiliği, savunduğu bütün değerleri tehdit eden ve kuşkuya boğan zihinsel bir çalkantıya yakalanmasına neden olan bir noktaya geliyordu. Artık insan yaşamının değerini ve insan onurunu tanımayan, kişiyi iradeden yoksun bırakan ve (fiziksel kaynaklarından son kırıntısına kadar planlı olarak yararlandıktan sonra) imha eden bir dünyanın etkisi alanda, kişisel ego sonunda değerini kaybediyordu. Toplama kampındaki bir insan, özsaygısını kurtarmak için bütün bunlarla sonuna kadar mücadele etmediği takdirde, bir birey, kendine ait bir aklı, iç özgürlüğü ve kişisel değerleri olan bir varlık olma duygusunu yitiriyordu. Bu durumda kendini dev bir insan ladesinin sadece bir parçası olarak; varoluşunu da hayvan yaşamının düzeyine inmiş birisi olarak hissediyordu. İnsanlar, kendine ait bir düşüncesi ya da iradesi olmayan bir koyun sürüsü gibi, bir yerden diğerine, bazen birlikte, bazen ayn ayn güdülüyordu. İşkence ve sadizm yöntemlerinde ustalaşmış, küçük ama tehlikeli bir birlik, her yanımızı kuşatmıştı. Bu birlik, sürüsünü, bir an ara vermeksizin komutlarla, tekme ve dipçikle bir ileri bir geri güdüyordu, biz koyunlarsa sadece iki şey düşünüyorduk; Kötü köpeklerden nasıl kaçınacağımızı ve bir parça yiyeceği nasıl bulacağımızı. Tıpkı korkuyla sürünün ortasına kaçan bir koyun gibi, her birimiz de insan yığınlarının ortasına girmeye çalışıyorduk Bu bize, sıranın ön, arka ve yanlarında yürüyen gardiyanların darbelerinden daha iyi kaçınma şansı veriyordu. Ortalarda olmanın, acı rüzgâra karşı korunak sağlaması gibi ek bir avantajı daha vardı. Bu nedenle kalabalığın içine dalma çabasının, kişinin kendi postunu kurtarmaya çalışması gibi bir anlamı vardı Toplanmalarda bu otomatik olarak yapılıyordu. Ama diğer zamanlarda da bu, kampın en vazgeçilmez yasalarından birisine – göre çarpma- uygun olarak, bizim açımızdan son derece bilinçli bir çabaydı. SS’ in dikkatini çekmekten her zaman kaçmıyorduk. Kuşkusuz, kalabalıktan uzak durmanın olası, hatta gerekli olduğu zamanlar da vardı. Yapılan her şeye her an dikkat edilen zoraki bir topluluk yaşamının, en azından geçici bir süre için de olsa, toplumdan kaçmaya yönelik dayanılmaz bir güdü yarattığı çok iyi bilinmektedir. Tutuklular, yalnız olmanın, kendileriyle veya kendi düşünceleriyle baş başa kalmanın, özel yaşamın hasretini çekiyorlardı. “Dinlenme kampı” denilen yere sevk edildikten sonra zaman zaman beş dakika kadar yalnız kalma şansım oluyordu. Elli kadar hezeyanlı hastaya barınaklık eden çalıştığım toprak barakanın arkasında, kampı çevreleyen çift sıra dikenli tel çitinin bir köşesinde, oldukça ıssız bir yer vardı. Yarım düzine kadar cesede (bu, kampın günlük ölüm oranıydı) korunak olacak şekilde, kazıkların ve ağaç dallarının üzerine bir gölgelik çekilmişti. Ayrıca su borularına bağlanan bir de kuyu vardı. Hizmetime ihtiyaç duyulmadığı zamanlarda bu kuyunun ahşap ağzına çömeliyordum. Oturup, Bavaria manzarasına, dikenli tel örgüleriyle çevrili uzaktaki mavi tepelerin çiçeklerle bezeli eteklerine bakıyordum, özlem yüklü hayaller kuruyordum, düşüncelerim kuzeye, evimin bulunduğu kuzey doğuya yöneliyordu, ama görebildiğim sadece bulutlar oluyordu.
**
Bu da insana Tahran’daki Azrail öyküsünü anımsatmıyor mu? Zengin ve güçlü bir İranlı, bir keresinde hizmetçilerinden birisiyle bahçede geziniyormuş. Hizmetçi, az önce kendisini ölümle tehdit eden Azrail ile karşılaştığını ağlayarak anlatmış. Efendisine, çabuk yol alması halinde aynı akşam varabileceği Tahran’a kaçmak için en hızlı atım vermesi için yalvarmış. Efendisi razı olmuş ve hizmetçi doludizgin yola koyulmuş. Efendi eve dönerken kendisi de Azrail’e rastlamış ve sormuş: ‘Neden hizmetkarımı korkutup tehdit ediyorsun?” Azrail yanıtlamış: ‘’Onu tehdit etmedim; sadece, onunla bu gece Tahran’da buluşmayı planlarken, onu hâlâ burada görmek beni şaşırttı.”
**
Dostoyevski bir keresinde şöyle demişti: “Beni korkutan tek bir şey var: Acılarıma değmemek.” Aktif bir yaşam, insana, değerlerini yaratıcı çalışmayla gerçekleştirme fırsatı verme amacına hizmet eder; buna karşılık eğlenceden oluşan pasif bir yaşam ise ona güzelliği, sanatı ya da doğayı içine alan yaşantılarda doyum bulma fırsatı verir. Ama ayrıca hem yaratıcı çalışmadan hem de eğlenceden hemen hemen yoksun olan ve yüksek ahlâki davranış olasılığından başka bir şeyi kabul etmeyen bir yaşamda da; yani insanın, dışsal güçlerle kısıtlı varoluşuna yönelik tutumunda da bir amaç vardır. Yaratıcı yaşam da eğlence (haz) yaşamı da ona yasaktır. Ama anlamlı olan sadece yaratıcılık ya da zevk değildir. Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olamaz. İnsan, kendi acıları yoluyla bir şeye ulaşma şansıyla birlikte, her yerde kaderle karşı karşıyadır.
**
Latince finis kelimesinin iki anlamı vardır: Son ya da varış finiş) ve ulaşılacak bir hedef. “Geçici varoluşu”nun sonunu görmeyen bir insan, yaşamdaki nihai bir hedefe yönelemiyordu, Normal yaşamdaki birisinin tersine, gelecek için yaşamaktan çıkıyordu. Bu nedenle içsel yaşamının yapısının tamamı değişiyor, yaşamın diğer alanlarından bildiğimiz çürüme belirtileri oluşuyordu, örneğin işsiz madenciler üzerinde yapılan araştırmalar işsizliklerinin sonucu olan bir tür zaman -içsel zaman- deformasyonu yaşadıklarını ortaya çıkarmıştır. Tutuklular da bu garip zaman deneyimi”ni yaşamışlardır. Kampta, küçük bir zaman birimi, örneğin her saati işkenceyle ve yorgunlukla dolu olan bir gün, sonsuz gibi görünüyordu. Daha büyük bir zaman birimi, örneğin bir hafta, daha hızlı geçiyor gibiydi. Kampta bir günün bic haftadan daha uzun olduğunu söylediğimde yoldaşlarım bana katılmıştı. Zaman deneyimimiz ne kadar, çelişikti! Bu bağlamda Thomas Mann’ın, son derece doğru psikolojik notlar içeren Büyülü Dağ adlı eserini anımsarız. Mann, benzer bir ruhsal konumda olan, yani sanatoryumda yatan ve taburcu tarihlerini bilmeyen veremli hastaların tinsel gelişmelerini incelemiştir. Bu hastalar, -benzer bir varoluş -geleceksiz ve hedefsiz- yaşamışlardır.
Gelecekte bir hedef göremediği için kendim çöküşe bırakan bir insan, kendini geçmişe yönelik düşüncelere dalmış buluyordu. Farklı bir bağlamda, geçmişe çalmaya, olanca dehşetiyle bugünü daha az gerçek kılmaya yönelik eğilimden söz etmiştik. Ama bugünü gerçekliğinden koparmanın belli bir tehlikesi vardır. Kamp yaşamında olumlu bir şeyler yaratmaya olanak tanıyan fırsatları gözden kaçırmak kolaydı. Geçici varoluşumuzu gerçekdışı bir şey olarak değerlendirmek, tutukluların yaşamla olan bağlarını yitirmesinde kendi içinde önemli bir etkendi; her şey bir şekilde anlamsızlaşıyordu. Bu insanlar, istisna derecesindeki zor dışsal koşulların, sık sık insana kendi ötesinde tinsel gelişme fırsatı tanıdığını unutuyordu. Kampın güçlüklerim kendi içsel güçlerine yönelik bir sınav olarak almak yerine, yaşamlarını ciddiye almıyor ve anlamsız bir şeymiş gibi küçümsüyorlardı. Gözlerini kapayıp geçmişte yaşamayı tercih ediyorlardı. Bu insanlar için yaşam anlamsızlaşmıştı. Gönülsüz ve sıradan olanlarımız için ise Bismark’ın şu sözleri geçerli olabilir: “Yaşam, bir dişçiye gitmeye benzer. Her an, daha kötüsünün henüz yaşanmadığına inanırsınız, oysa zaten yaşanmış bitmiştir.” Bunu değiştirecek olursak toplama kampındakilerin çoğunun, yaşamın gerçek fırsatlarının geçmişte kaldığına inandığını söyleyebiliriz. Oysa gerçekte kampta bir fırsat da, meydan okuma da vardı. Kişi, bu deneyimleri, yaşamı içsel bir zafere çeviren bir başarıya dönüştürebilir ya da tutukluların çoğunluğunun yaptığı gibi, bunu görmezlikten gelip yaşamı bitkisel düzeyde sürdürebilir. “acı duygusu, buna ilişkin net ve kesin bir tablo oluşturduğumuz an, acı olmaktan çıkar. “ Spinoza
**
Bir keresinde, geleceğe inancın yitirilişiyle bu tehlikeli pes ediş arasındaki yakın ilişkiye dair dramatik bir olaya tanık oldum. Oldukça ünlü bir besteci ve libretto yazan olan kıdemli blok muhafızımız F, bir gün bana şunları söyledi: “Sana bir şey anlatmak istiyorum, Doktor. Garip bir rüya gördüm- Rüyamda bir ses, bir şey isteyebileceğimi, bilmek istediğim şeyi söylememin yeterli olduğunu, ne sorarsam sorayım yanıt verebileceğim söyledi. Ne sordum dersin? Savaşın benim için ne zaman biteceğini sordum. Ne dediğimi anlıyorsun: Benim için! Kampımızın ne zaman özgürlüğe kavuşacağını, acılarımızın ne zaman biteceğini bilmek istemedim.”
“Peki bu rüyayı ne zaman gördün?” diye sordum.
“1945 Şubatı’nda,” diye’ yanıtladı. Rüyayı anlattığında Mart başlarıydı.
“Rüyandaki ses ne dedi”
“30 Mart,” diye fısıldadı saklamak istercesine.
F bu rüyayı bana arattığında hâlâ umut doluydu ve rüyadaki sesin doğru çıkacağına inanıyordu. Ama vaat edilen gün yaklaştıkça, kampa ulaşan savaş haberleri, o gün özgür olmamızın pek de olası olmadığını gösteriyordu. 29 Mart günü F ansızın hastalandı ve ateşi çok yükseldi. Kehanetinin, savaşın ve acıların kendisi için biteceğini söylediği 30 Mart günü hezeyana girdi ve bilincii yitirdi. 31 Mart günü ölmüştü. Dışarıdan bakıldığında ölüm nedeni tifüstü.
Bir insanın ruhsal durumuyla -cesareti ve umudu ya da bunların bulunmayışı- vücudunun bağışıklık durumu arasında ne kadar yakın bir ilişki olduğunu bilenler, umut ve cesaretin birdenbire yitirilmesinin öldürücü bir etkisi olabileceğim anlayacaktır. Arkadaşımın ölümünün nihai nedeni, beklediği özgürlüğün gelmemesi ve ağır bir hayâl kırıklığı yaşamasıydı. Bu, vücudunun uykuda olan tifüs salgınına karşı direncini birdenbire düşürmüştü. Geleceğe olan inancı ve yaşama istemi felce uğramış ve bedeni hastalığa yenik düşmüştü; böylece rüyasındaki ses haklı çıkmıştı.
**
yaşamın anlamı, insandan insana ve an be an değişir. Bu nedenle yaşamın anlamım genel terimlerle tanımlamak olanaksızdır. Yaşamın anlamına ilişkin sorular, genel ifadelerle yanıtlanamaz. Tıpkı yaşamdaki işlerin son derece gerçek ve somut oluşu gibi, “yaşam” da bulanık bir şey değil, son derece gerçek, son derece somut bir şey anlamına gelir. Bunlar, her bireyde farklı ve eşsiz olan kaderi oluşturur. Hiçbir insan ve hiçbir kader, bir başka insanla ya da kaderle kıyaslanamaz. Hiçbir durum kendini tekrarlamaz ve her bir durum farklı bir tepki gerektirir. Bazen insanın kendini içinde bulduğu bir durum, eylem yoluyla kendi kaderim şekillendirmesini gerektirebilir. Diğer zamanlarda kişinin, düşüncelerini yoğunlaştırma fırsatlarından yararlanıp bu yolla değerlerim gerçekleştirmesi daha avantajlıdır. Bazen insanın sadece kaderini kabul etmesi, kendi talihsizliğine katlanması gerekebilir. Her durum, kendi eşsizliğiyle ayırdedilir ve eldeki durumun getirdiği soruna her zaman için sadece tek bir doğru yanıt vardır. Bir insan, acı çekmenin kaderi olduğunu gördüğü zaman, acısını kendi görevi olarak kabul etmek zorunda kalacaktır; bu onun tek ve eşsiz görevidir (işidir). Acı çekerken bile evrende eşsiz ve yalnız olduğu gerçeğini kabullenmek zorunda kalacaktır. Hiç kimse onu acıdan kurtaramaz ya onun yerine acı çekemez. Eşsiz fırsatı, taşıdığı yüke katlanma yolunda yaratmaktadır.
**
Acı çekmenin anlamı bizim için açıklık kazandıktan sonra, görmezlikten gelerek ya da sahte yanılsamalar besleyip yapay iyimserliğe sığınarak, kamptaki işkenceler önemsiz görmeyi ya da hafifletmeyi reddettik. Acı çekmek, şjgtımızı dönmek istemediğimiz bir iş oldu. Acının, başarıya yönelik gizli fırsatlarım kavradık; bu fırsatlar, şair Rilke’nin şu dizeyi yazmasına neden olmuştu:
“Wie viel ist aufzuleiden!” (Bitirilecek ne kadar çok acı var!) Başkalarının “bitirilecek işler”den söz etmesi gibi, Rilke de “acıların bitirilmesinden söz ediyor. Bizim için bitirilecek bolca acı vardı. Bu nedenle, zayıflık anlarını ve gizli gözyaşlarını minimum düzeyde tutmaya çalışarak, acının tamamım göğüslememiz gerekiyordu. Ama gözyaşlarından utanmamız gerekmiyordu, çünkü gözyaşları, bir insanın, cesaretlerin en büyüğüne, acı çekme cesaretine sahip olduğuna tanıklık ediyordu. Ancak çok az kişi bunu kavrıyordu, ödemden nasıl kurtulduğuna ilişkin soruma, “Göz yaşlarımla dışarı akıttım,” diye itirafta bulanarak yanıt veren bir yoldaşım gibi, bazıları, ağladıklarım utana sıkıla itiraf ediyordu.
**
Çok katı olan bir kamp kararı, intihara kalkışan birisini kurtarmaya yönelik çabalan kesinlikle yasaklamıştı. Örneğin kendim asmaya çalışan birisim kurtarmak yasaktı. Bu nedenle bu girişimlerin ortaya çıkmasını önlemek daha da önem kazanıyordu. İntiharla sonuçlanabilecek olan ve belirgin bir benzerlik gösteren iki olay anımsıyorum. Her iki adam da intihar niyetinden söz etmişti. Her ikisi de aynı tipik argümanı kullanıyordu: Yaşamdan bekleyebilecek hiçbir şeyleri yoktu. Her iki olayda da sorun, yaşamın onlardan hâlâ bir şeyler beklediği; gelecekte kendilerinden bir şeyler beklendiği, kavramlarını sağlamaktı. Aslında, adamlardan birisinin, çok sevdiği ve yabana bir ülkede onu bekleyen bir çocuğu olduğunu anladım. Diğerinde ise onu bekleyen bir insan değil, bir şeydi. Kendisi bir bilimciydi ve henüz tamamlanmayı bekleyen bir dizi kitap yazmıştı. Tıpkı bir çocuğun duygularında hiç kimsenin babasının yerim alamaması gibi, onun işim de ondan başka kimse yapamazdı. Her bireyi ayırdeden ve varoluşuna anlam veren bu eşsizlik ve teklik durumu, insan sevgisi üzerinde olduğu kadar yarana çalışma üzerinde de bir etkiye sahiptir. Bir insanın yerine bir başkasının konulmasının olanaksızlığı kavrandığı zaman, bu, kişinin, o insanın varoluşuna yönelik sorumluktum olası kılar. Kendisini sevecenlikle bekleyen bir insana tamamlanmamış bir işe yönelik sorumluluğunun bilincine varan kişi, yaşamını kesinlikle bir yana itemeyecektir. Varoluşunun “nedeni”ni bilecek ve hemen her “nasıl”a dayanabilecektir.
**
Kötü bir gündü. Toplanma alanında, o andan itibaren sabotaj olarak değerlendirilecek ve bu nedenle asılmak suretiyle derhal cezalandırılacak olan birçok hareket konusunda bir duyuru yapılmıştı. Bunlar arasında, eski battaniyelerimizden küçük şeritler kesmek (topuk bağı yapmak için) ve çok küçük “hırsızlık olayları” gibi suçlar vardı. Birkaç gün öncesinde açlıktan ölme derecesine gelen bir tutuklu bir miktar patates çalmak için patates deposuna girmişti. Hırsızlık ortaya çıkarılmış ve bazı tutuklular “hırsız”ı tanımıştı. Kamp yetkilileri bunu duyunca suçlunun kendilerine verilmesi, aksi takdirde kampın tamamının bir gün aç bırakılacağı talimatını vermişti. Doğal olarak 2500 kişi oruç tutmayı tercih etti.
Bu oruç gününün akşamında, toprak barakalarımıza, morallerimiz çökük bir halde uzandık. Çok az konuşuluyordu ve söylenen her şey sinir bozucu geliyordu. Derken, ışıkların sönmesiyle durum daha da kötüye gitti. Sinirler son haddine gelmişti. Ama kıdemli blok muhafızımız bilge bir insandı. O anda aklımızda olan bir konuda doğaçlama bir konuşma yaptı. Son birkaç gün içinde, hastalıktan ya da intihar ederek ölen birçok yoldaştan söz etti. Ama ayrıca ölümlerinin gerçek nedeni olabilecek bir şeye de değindi: Umudun yitirilmesi. Gelecekteki olası kurbanların bu aşın duruma ulaşmasına engel olmanın bir yolu olması gerektiğini savundu. Ve beni göstererek, bu işin bana düştüğünü söyledi. Tanrı bilir ya, psikolojik açıklamalar yapacak ya da vaaz verecek -yoldaşlarıma ruhları için bir tür tıbbi bakım sağlayacak- durumda değildim. Üşüyordum, karnım açtı, sinirli ve yorgundum, ama çaba göstermem ve bu eşsiz fırsatı değerlendirmem gerekiyordu. Şimdi cesarete her zamankinden daha çok ihtiyaç vardı. İlk önce, söze rahatlatıcı ama yüzeysel bir şeyler söyleyerek başladım. İkinci Dünya Savaşı’nın altıncı kışında, Avrupa’da bile, durumumuzun düşünebileceğimiz en berbat durum olmadığını söyledim. Hepimizin, o ana kadar yaşanan yerine konulmaz kayıpların ne olduğunu, kendi kendine sorması gerektiğim anlattım. Birçoğu için bu kayıpların gerçekten az olduğunu öne sürdüm. Hâlâ hayatta olanların umutlanmak için neden vardı. Sağlık, aile, mutluluk, mesleki yetenekler, talih, toplumdaki konum: Bütün bunlar tekrar kazanılabilecek ya da eski durumuna getirilebilecek şeylerdi. Her şey bir yana, kemiklerimiz hala yerli yerindeydi. Yaşadığımız şeyler, geleceğimiz için bir değer olabilirdi. Nietzsche’den alıntı yaptım mich nuhr um brings macht mich s ta r k e r (“Beni öldürmeyen şey, beni daha da güçlü kılar.”)
Derken gelecekten söz ettim. Tarafsız birisi için geleceğin umutsuz gözükmesi gerektiğim söyledim. Her birimizin, yaşam şansının ne kadar olduğunu kendi başına tahmin edebileceğini kabul ettim. Kampta henüz tifüs salgım olmamasına karşın, kendi yaşama şansımı, yüzde beş olarak hesapladığımı dile getirdim. Ama ayrıca, buna karşın umudumu yitirmek ve pes etmek gibi bir niyetim olmadığını ekledim. Çünkü ne gelecekte, ne de bir saat sonra olacakları bilen biri vardı, önümüzdeki birkaç gün içinde sansasyonel askeri olaylar bekleyemesek bile, olanca kamp deneyimimizle, en azından bireysel temellerde, bazen küçük şansların nasıl ansızın önümüze çıktığım kimse bizden daha iyi bilemezdi, örneğin kişi beklenmedik bir anda istisna derecesinde iyi çalışma şartlan bulunan özel bir gruba verilebilirdi (çünkü bu, tutuklunun “şansı”nı belirleyen türden bir şeydi). Ama sadece gelecekten ve üzerine çekilen perdeden söz etmedim. Geçmişe de değindim; olanca sevinciyle, geçmişin ışığının, bugünün karanlığında nasıl ışıdığım anlattım. Kendimi vaiz gibi göstermekten kaçınmak için, yine bir şairden alına yaptım: “Was Du erlebst, kann keine Macht der Welt Dir rauben.” (“Dünyadaki hiçbir güç yaşadığın şeyi elinden alamaz”). Artık geçmişte kalmasına karşın, sadece yaşadıklarımız değil, yaptığımız hiçbir şey, sahip olduğumuz düşüncelerin, çektiğimiz onca acırım hiçbirisi kaybedilmiş değildi; geçmişi biz yaratmıştık. Geçmişte yapmış ya da olmuş olmak, varolmanın bir başka, belki de en emin şekliydi. Daha sonra, yaşama anlam vermek için karşımıza çıkan birçok fırsattan söz ettim. Ara sıra iç çekişler duyulsa da kımıldamadan öylece yatan yoldaşlarıma, insan yaşamının, hangi şartlar altında olursa olsun, hiçbir zaman anlamım yitirmediğim ve yaşamın bu sonsuz anlamının, acı çekmeyi ve ölmeyi, yoksunluğu ve ölümü de kapsadığını anlattım. Barakaların karanlığında beni dikkatle dinleyen zavallı yaratıklardan, durumumuzun ciddiyetini göğüslemelerini istedim. Umutlarını yitirmemeleri, mücadelenin umutsuzluğunun, bu mücadeleyi anlamsızlaştırmadığından emin olarak cesur olmayı sürdürmeleri gerekiyordu. Zor anlarda birisinin -bir dost, eş, yaşayan ya da ölmüş birisi ya da Tanrı- her birimizi gözlediğim ve bizden kendisini hayal kırıklığına uğratmamızı beklemediğimi söyledim. O birisi bizi, sefilce değil, nasıl ölüneceğini bilerek gururla, acı çekerken görmeyi umut edecektir. Son olarak, her durumda anlamlı olan özveriden söz ettim. Bu özverinin normal dünyada, nesnel başarı dünyasında anlamsız gözükmesi bunun doğasındaydı. Ama gerçekte özverimizin bir anlamı vardı. Aramızda dinsel inancı olanların, bunu kolayca anlayabileceğini açık yüreklilikle söyledim. Kampa varışında, çekeceği acıların ve ölümün, sevdiği inşam acı bir sondan kurtarması gerektiği yolunda, Tanrı’yla bir antlaşma yapmaya çalışan bir yoldaşı anlattım. O adam için acı ve ölüm anlamlıydı onunkisi en derin anlama sahip bir özveriydi. Hiç uğruna ölmek istemiyordu. Hiçbirimiz bunu istemiyorduk. Sözlerimin amacı, o anda ve orada, o barakada ve pratik anlamda umutsuz olan o durumda yaşamamıza tam bir anlam bulmaktı. Çabalarımın başarılı olduğunu gördüm. Elektrik lambası tekrar yanınca, acınası halde olan arkadaşlarımın, gözyaşları içinde teşekkür etmek için topallayarak bana doğru geldiklerini gördüm.
***
Ama burada, acı çeken arkadaşlarımla ilişki kuracak içsel gücü ancak ender olarak bulabildiğimi ve bunu yapabilecek birçok fırsatı kaçırmış olabileceğimi itiraf etmem gerek. Böylece, tutukluların ruhsal tepkilerinin üçüncü evresine gelmiş bulunuyoruz: özgürlüğe kavuştuktan sonra bir tutuklunun içinde bulunduğu ruhsal durum. Ama bundan önce, özellikle bu konularda kişisel deneyimi olan bir psikoloğun sık-sık karşılaştığı bir soruyu ele alacağız. Kamp gardiyanlarının ruhsal yapıları konusunda neler söyleyebilirsiniz? Etten kemikten oluşan bir insanın, birçok tutuklunun anlattığı gibi, başkalarına böyle davranabilmesi olası mı? Bu açıklamaları duyduktan ve anlatılanların gerçek olduğuna inandıktan sonra, insan, ruhsal açıdan bunların nasıl olabileceğini mutlaka soruyor. Fazla ayrıntıya girmeden buna yanıt vermek için birkaç şeye dikkati çekmek gerek: Her şeyden önce, gardiyanlar arasında, klinik anlamıyla sadist olanlar vardı.
İkincisi, gerçekten katı bir gardiyanlar grubuna ihtiyaç duyulduğu zaman mutlaka bu sadistler seçiliyordu. Dondurucu ayazda iki saat çalıştıktan sonra, işyerinde, dal ve ağaç kabuklarıyla beslenen küçük bir sobanın başında birkaç dakika ısınmamıza izin verildiği zaman büyük bir sevinç yaşıyorduk. Ama her zaman, bu rahatlama fırsatım elimizden almayı büyük bir zevk aracı yapan bir usta bulunuyordu. Orada durmamızı yasaklamaları yetmiyormuş gibi, sobayı ters çevirip içindeki sıcacık ateşi kara buladıkları anda yüzlerinin yansıttığı haz öylesine açıktı ki… SS görevlileri, bir adamdan hoşlanmamaya başladıktarı zaman, emirlerinde, sadistçe işkenceye tutkulu ve bu konuda oldukça uzman olan özel birisi mutlaka bulunuyor ve bu talihsiz tutuklu onun yanına gönderiliyordu.
Üçüncüsü, gardiyanların çoğunluğunun duygulan, kampın acımasız yöntemlerine her an artan oranlarda tanıklık ettikleri yıllar içinde köreliyordu. Ahlâki ve ruhsal açıdan katılaşan bu insanlar en azından sadistçe önlemlerde aktif bir rol oynamayı reddediyorlardı. Ama diğerlerinin bunları uygulamasına engel olmuyorlardı.
Dördüncüsü, gardiyanlar arasında bile bize acıyanların bulunduğunu belirtmek gerek. Burada sadece özgürlüğüme kavuştuğum kampın komutanına değineceğim, özgürlükten sonra, bu komutanın, tutuklular için en yakın pazar kasabasından ilaç almak amacıyla kendi cebinden önemli miktarlarda para verdiği ortaya çıktı (daha önce bunu sadece kendisi de tutuklu olan kamp doktoru biliyormuş) Ama yine kendisi de bir tutuklu olan kıdemli kamp muhafızı, SS gardiyanlarından çok daha katıydı. Yakaladığı her fırsatta diğer tutuklulara dayak atıyor, buna karşılık kamp komutam, bildiğim kadarıyla hiçbirimize karşı bir kez olsun el kaldırmamıştı.
Bir insanın kamp gardiyan mı yoksa tutuklu mu olduğunu bilmenin, tek başına hemen hiçbir şey ifade etmediği açıktır. İnsanca incelik bütün gruplarda, hatta bir bütün olarak kolay aşağılanabilecek gruplarda bile bulunabilir. Gruplar arasındaki sınır birbirine girmiştir, bu nedenle şunların melek, bunların şeytan olduğunu söyleyerek konulan basitleştirmememiz gerekir. Elbette kampın olanca etkisine karşın tutuklulara nazik olması, bir gardiyan ya da usta için önemli bir başarıydı; buna karşılık kendi arkadaşlarına kötü davranan bir tutuklunun adiliği, aşağılanmaya çok daha layıktı. Açıkçası tutuklular, bu tür insanlardaki kişiliksizliği özellikle can sıkıcı buluyor, buna karşılık gardiyanlardan görülen en küçük nezaket karşısında bile derinden etkileniyordu. Bir keresinde, bir ustanın, kahvaltısından arttırdığı bir parça ekmeği nasıl gizlice bana verdiğini anımsıyorum. O gün beni gözyaşlarına boğan, verilen bir parça ekmek değildi. Ekmeğin yanı sıra bu insanın bana verdiği insanca “bir şey”di: Armağana eşlik eden sözler ve bakışlar. Bütün bunlardan, bu dünyada iki insan ırkı olduğunu, ama sadece iki ırk olduğunu -soylu insan “ırkı” ve soysuz insan “ırkı” olduğunu öğrenebiliriz. Her ikisi de her yerde bulunur, toplumun her kesimine sızar. Hiçbir grup sadece soylu ya da sadece soysuz insanlardan oluşmaz. Bu anlamda hiçbir grup “ari ırk” değildir ve bu nedenledir ki bazen kamp gardiyanları arasında da soylu birisine rastlanabiliyordu.
**
Kısa bir süre sonra bacaklarımız ağrımaya, bükülmeye yüz tuttu. Ama topallayarak da olsa yürümeyi sürdürdük; kamp çevresini özgür insanların gözüyle ilk kez görmek istiyorduk, “özgürlük.” Bu sözcüğü kendi kendimize tekrarladık, ama anlamım kavrayamıyorduk. Bu sözcüğü yıllar boyunca o kadar çok kullanmış, buna ilişkin öyle çok hayâl kurmuştuk ki, anlamım yitirmişti. Gerçekliği bilincimize işlemiyordu; özgür olduğumuz gerçeğim kavrayamıyorduk. Çiçeklerle dolu çayırlara ulaştık. Orada olduklarını görüyor, kavrıyorduk. Ama buna ilişkin içimizde hiçbir duygu yoktu. Rengârenk tüylü bir kuyruğu olan bir horozu görünce ilk neşe kıvılcımım yaşadık. Ama bu sadece bir kıvılcım olarak kaldı; henüz bu dünyaya ait değildik.
GENEL İLKELERİYLE LOGOTERAPİ
Viyana’daki büroma gelip “Söyleyin doktor, siz psikanalist misiniz?” diye soran Amerikalı bir doktoru anımsadım. Ona, “Tam anlamıyla psikanalist değil; ama psikoterapist diyelim,” diye karşılık vermiştim. Bunun üzerine soru sormayı sürdürdü: “Hangi ekolü savunuyorsunuz?” Ben de ‘Kendi teorimi; adına logoterapi deniliyor,” diye yanıtladım. ‘Bana bir cümleyle logoterapinin ne olduğunu anlatabilir misiniz?’ diye sürdürdü konuşmasını, “En azından psikanalizle logoterapi arasındaki fark nedir?” “Evet,” diye karşılık verdim, “Ama her şeyden önce bana bir cümleyle psikanalizin özünün ne olduğunu anlatabilir misiniz?” dedim. Şöyle yanıtladı: “Psikanaliz sırasında, hastanın divana uzanıp, bazen söylenmesi hiç hoş olmayan şeyleri anlatması gerekir.” Bunun üzerine şu açıklamayı yaptım:
“Logoterapide ise hasta dik oturabilir, ama bazen duyulması hiç hoş olmayan şeyleri duyması gerekir.”
Elbette bu sözler nükteci bir tavırla söylenmişti ve logoterapinin özünü vermiyordu. Ne var ki psikanalize kıyasla daha az geçmişe yönelik ve daha az içe dönük olan logoterapi bir yöntem olarak düşünüldüğünde, yukarıdaki sözlerde bir gerçek payı vardır. Logoterapi daha çok gelecek üzerinde, yani hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerinde odaklaşır (gerçekten de logoterapi anlam merkezli bir psikoterapidir). Aynı zamanda logoterapi, nevrozların gelişmesinde böylesine büyük bir rol oynayan bütün kısır döngülü oluşumları ve geri-denetim (feedback) mekanizmalarını odaktan çıkarır. Böylece nevrotik bireyin tipik benmerkezciliği, sürekli olarak beslenmek ve pekiştirilmek yerine, parçalanma sürecine girer. Kuşkusuz, böyle bir ifade konuyu çok fazla basitleştirmektedir; ancak logoterapideki hasta, yaşamının anlamıyla karşı karşıya getirilir ve bu anlama yönlendirilir. Ve hastanın bu anlamın farkına varmasını sağlamak, nevrozunu yenebilme yetisine oldukça katkıda bulunabilmektedir.
Teorime isim olarak neden “logoterapi” terimini kullandığımı açıklamama izin verin. Logos “anlam” anlamına gelen Yunanca bir kelimedir. “Logoterapi” ya da bazı otoritelerce “Üçüncü Viyana Psikoterapi Okulu” olarak adlandırılan teorinin, insan varoluşunun anlamı kadar, insanın böyle bir anlama yönelik arayışı üzerinde de odaklaşmaktadır. Logoterapiye göre, kişinin kendi yaşamında bir anlam bulma arayışı, insandaki temel güdülendirici güçtür. Freudcu psikanalizde merkezi bir öneme sahip haz ilkesine (ya da buna haz istemi de diyebiliriz) karşıtlık içinde olduğu kadar, Adlerci psikolojinin dayandığı “üstünlük arayışına (buna üstünlük istemi de diyebiliriz) da karşıt bir anlam isteminden söz etmemin nedeni işte budur.
ANLAM İSTEMİ
İnsanın anlam arayışı, içgüdüsel itkilerin “ikindi bir ussallaştırması” değil, yaşamındaki temel bir güdüdür. Bu anlam, sadece kişinin kendisi tarafından bulunabilir oluşuyla ve böyle olması gereğiyle, eşsiz ve özel bir yapıdadır; ancak o zaman bu, kişinin kendi anlam istemini doyuran bir Önem kazanabilmekledir. Bazı otoritelere göre anlamlar ve değerler, “savunma mekanizmalarından, tepki oluşumlarından ve yüceltmelerden öte bir şey değildir.” Ama bana göre, ben, sadece “savunma mekanizmalarım” uğruna yaşamak istemeyeceğim gibi, sadece “tepki oluşumlarım” uğruna ölmeye de hazır değilim. Öte yandan insan, kendi idealleri ve değerleri için yaşayabilme, hatta ölme yetisine sahiptir. Fransa’da birkaç yıl önce bir kamuoyu araştırması yapılmıştı Bu araştırmaya göre insanların yüzde 89’u, insanın, uğruna yaşayacağı “bir şey ”e ihtiyaç duyduğunu kabul etmişti Buna ek olarak, araştırmaya katılanların yüzde 611, yaşamlarında, uğruna ölmeye bile hazır oldukları bir şey ya da bir insan bulunduğu yolunda sözler söylemiştir. Bir başka istatistiksel araştırma da kırk sekiz üniversitede, 7948 öğrenci üzerinde, Johns Hopkins Üniversitesi’nden sosyal bilimciler tarafından yürütülmüştür. Hazırladıkları ön rapor, Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü adına yapılan iki yıllık bir araştırmanın bir parçasıdır. Kendileri için neyin “çok önemli” olduğu sorulduğunda, öğrencilerin yüzde 16’sı “çok para kazanmak”, buna karşılık yüzde 78’i “yaşamımda bir amaç ve anlam bulmak” şıkkını işaretlemiştir. Elbette bireyin değerlere yönelik ilgisinin gerçekte gizli iç çatışmaları için bir kamuflaj olduğu durumlar bulunabilir, ama böyle bile olsa, bunlar, kural olmaktan çok, istisnaya karşılık gelmektedir. Bu tür durumlarda gerçekte sahte değerlerle uğraşmak zorundayız; bu sahte değerlerin ortaya çıkarılması (maskesinin düşürülmesi) gerekir. Bu noktada durulmadığı takdirde “maske düşüren psikoloğun” gerçekte maskesini düşürdüğü tek şey, kendi “gizli güdüsü” olur, yani insanda gerçek olan, gerçekten insanca olan şeylere yönelik kendi bilinçsiz küçümseme ihtiyacı.
VAROLUŞSAL ENGELLENME
insanın anlam istemi (will to meaning) de engellenebilir, bu durumda logoterapi “varoluşsal engellenme”den söz eder.
“Varoluşsal” terimi üç şekilde kullanılabilir:
Kendisini, yani özellikle insan olma durumunu anlatmak için.
Varoluşun anlamı için.
Kişisel varoluşta somut bir anlam bulmaya yönelik arayış, yani anlam istemi anlamında.
Varoluşsal engellenme de nevroza yol açabilir. Bu tip nevrozlar için logoterapi, geleneksel anlamdaki, yani ruhsal kökenli (psikojenik) nevrozlara karşıtlık içinde, “noöjenik nevrozlar” terimini kullanmaktadır. Noöjenik nevrozların kökeni, insan oluşunun ruhsal boyutunda değil, “noöjenik” (Yunanca zihin anlamına gelen noos sözcüğünden) boyutunda yatmaktadır. Bu, özellikle insan boyutuyla ilgili herhangi bir şeyi gösteren bir başka logoterapi terimidir.
NOÖJENİK NEVROZLAR
Noöjenik nevrozlar, itkilerle içgüdüler arasındaki çatışmalardan değil, daha çok varoluşsal sorunlardan kaynaklanmaktadır. Bu tür sorunlar arasında anlam isteminin engellenmesi büyük bir rol oynamaktadır. Noöjenik durumlarda uygun ve doğru terapinin genelde psikoterapi değil, logoterapi olduğu açıktır, yani özellikle insan boyutuna girme cesaretini gösteren bir terapidir.
Aşağıdaki olayı anmama izin verin: Viyana’daki ofisime. New York’ta beş yıl önce başladığı psikanalitik terapisini sürdürmek amacıyla, yüksek düzeyde Amerikalı bir diplomat geldi. Başlarken, niçin analize devam etmesinin gerekli olduğunu düşündüğünü, her şeyden önce de neden analize başladığını sordum. Hastanın kariyerinden hoşnut olmadığı ve Amerika’nın dış politikasına uymayı zor bulduğu ortaya çıktı. Ne var ki, analisti ona, babasıyla uzlaşması gerektiğini tekrar tekrar anlatıp durmuş; çünkü ona göre ABD Hükümeti gibi diplomatın üstleri de birer baba imajından “başka bir şey değildir,” dolayısıyla işinden memnun olmamasının nedeni bilinçdışında babasına karşı beslediği nefrettir. Beş yıl süren analiz boyunca hasta, sembollerden ve imgelerden oluşan ağaçlara bakmaktan, gerçeklik ormanını göremeyecek duruma gelinceye kadar, analistinin yorumlarını kabul etmeye zorlanmış. Birkaç görüşmeden sonra, mesleğinin, anlam istemini engellediği ve gerçekte başka bir işle uğraşmayı özlediği açıklık kazandı. Mesleğini bırakıp bir başka iş tutmaması için hiçbir neden yoktu, o da bunu yaptı ve son derece doyurucu sonuçlar aldı. Son günlerde bildirdiği kadarıyla, bunu izleyen son beş yıl içinde yeni işinden memnun kalmış. Bu olayda bir nevrozla karşı karşıya olduğum konusunda kuşkuluyum, bu nedenle söz konusu adamın ne psikoterapiye ne de logoterapiye ihtiyaç duyduğunu düşünmüştüm; bunun, onun gerçekte bir hasta olmaması gibi basit bir nedeni vardı. Her çatışma zorunluluk gereği nevrotik değildir; bir ölçüde çatışma normal ve sağlıklıdır. Benzer bir şekilde acı çekmek her zaman için patolojik bir olgu değildir; acı, nevrotik bir semptom (belirti) olmaktan çok, özellikle varoluşsal engellenmeden kaynaklanıyorsa, insanca bir başarı da olabilir. İnsanın kendi varoluşuna anlam bulma arayışının, hatta buna yönelik kuşkusunun, her durumda bir hastalıktan kaynaklandığını ya da böyle bir hastalığa yol açtığım kesinlikle reddediyorum. Varoluşsal engellenme kendi içinde patolojik (hastalıklı) olmadığı gibi patojenik (hastalık yaratıcı) da değildir. Bir insanın, yaşamın yaşamaya değer oluşuna ilişkin kaygısı, hatta umutsuzluğu, varoluşsal bir bunaltıdır. Ama kesinlikle bir ruh hastalığı değildir. Böyle bir şeyi ruh hastalığı terimiyle yorumlayan bir doktor, hastasının varoluşsal umutsuzluğunu, uyuşturucu ilaçlar yığınının altına gömebilir. Bunun yerine onun görevi, varoluşsal gelişim ve gelişme krizi boyunca hastaya yol göstermektir.
Logoterapi, hastaya kendi yaşamında anlam bulması için yardım etmeyi bir görev saymaktadır. Logoterapi, hastanın, kendi varoluşunun gizli logos’unun (anlamının) farkına varmasını sağlaması ölçüsünde analitik bir süreçtir. Bu kadarıyla logoterapi psikanalize benzer. Ne var ki, bireyin bilinç altındakileri bilince çıkarma çabasında, logoterapi kendini bilinç altındaki içgüdüsel olgularla kısıtlamak yerine, anlam istemi kadar bireyin kendi varoluşunun potansiyel anlamı gibi varoluşsal gerçeklikleri de dikkate alır. Ne var ki terapi sürecinde noölojik boyutu ele almaktan kaçınan bir analiz bile, hastanın, varlığının derinliklerinde gerçekte özlediği şeylerin farkına varmasına çalışır. Logoterapi, insanı, temel ilgisi sadece itkilerinin ve içgüdülerinin doyumu ve giderilmesinden ya da id’in, egonun veya süper egonun çatışan istekleri arasında sadece uzlaşma sağlamaktan ya da sadece topluma ve çevreye uyum sağlamaktan ve uyarlamaktan değil, bir anlam bulma çabasından oluşan bir varlık olarak görmesi ölçüsünde psikanalizden ayrılmaktadır.
NOÖ-DİNAMİKLER
Kuşkusuz insanın anlam arayışı içsel denge yerine içsel gerilim yaratabilir. Ne var ki, ruh sağlığının vazgeçilmez ön koşulu da işte bu gerilimdir. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki dünyada, kişinin en kötü şartlarda bile yaşamım sürdürmesine, yaşamında bir anlam olduğu bilgisi kadar etkili bir şekilde yardıma olan başka hiçbir şey yoktur. Nietzsche’nin şu sözlerinde bilgelik vardır:
“Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir.”
Bu sözlerde her psikoterapi için geçerli olan bir parola görebiliyorum. Nazi toplama kamplarında, yerine getirilmesi gereken görevleri olduğunu bilen insanların, yaşama şansı en yüksek olan insanlar olduklarım gözlemek olasıydı. O günden beri, toplama kamplarına ilişkin yazılan diğer kitapların yazarları, ayrıca Japon, Kuzey Kore ve Kuzey Vietnam savaş tutuklusu kamplarında yapılan psikiyatrik araştırmalar da aynı sonuca varmıştır. Kendi adıma, Auschwitz Toplama Kampı’na alındığımda, yayına
hazır olan kitabımın metnine el konmuştu. Kuşkusuz, bu metni tekrar yazmaya yönelik derin arzum, yaşadığım kampın ağır şartlarında hayatta kalmama yardım etti, örneğin, Bavaria’daki bir kampta tifüs ateşiyle hasta düşünce, özgürlük gününe kadar yaşayabildiğim takdirde kitabı tekrar yazabilmek amacıyla, küçük kâğıt parçalarına sürekli not alıyordum. Bavaria toplama kamplarının karanlık barakalarının arkasında kaybettiğim kitabı yeniden yazma işinin, kardiyovasküler çöküş tehlikesinin üstesinden gelmeme yardım ettiğinden eminim. Bu nedenle ruh sağlığının, belli bir gerilim ölçüsüne, kişinin ulaşmış olduğu şeyle ulaşması gereken arasındaki ya da o anda ne olduğuyla olması gereken arasındaki gerilime dayandığı görülebilir. Bu tür bir gerilim insanda yapısaldır ve bu nedenle ruh sağlığında vazgeçilmezdir. O halde insana, kendi yaşamına bir anlam vermesi konusunda meydan okumakta tereddüt etmememiz gerek. Ancak bu yolla, insanın anlam istemim uyku (gizlilik) durumundan uyandırabiliriz. Ruh sağlığı konusunda insanın her şeyden önce dengeye ya da psikolojideki deyişle “homeostasis’e, yani, gerilimsiz bir duruma ihtiyaç duyduğunu varsaymanın, tehlikeli bir sonuçlandırma olduğunu düşünüyorum. İnsanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil, daha çok, uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir. İhtiyaç duyduğu şey, her ne pahasına olursa olsun gerilimi boşaltmak değil, onun tarafından yerine getirilmeyi bekleyen potansiyel bir anlamın çağrısıdır. İnsanın ihtiyaç duyduğu şey, homeostatis değil, benim “noö-dinamikler” dediğim şeylerdir. Yani kutbun birinin yüklenecek anlamla, diğerinin de anlamı verecek kişiyle temsil edildiği çift kutuplu bir gerilim alanındaki varoluşsal dinamiklerdir. Bunun, sadece normal koşullar için geçerli olduğu düşünülmemelidir; bu, nevrotik bireylerde çok daha fazla geçerlidir. Bir mimar eski bir kemeri güçlendirmek istediği zaman kemerin üzerindeki yükü arttıracaktır, çünkü böylece parçalar daha sağlam bir şekilde birleşir. Bu nedenle terapistler, hastalarının ruh sadığını güçlendirmek istedikleri takdirde, kişinin kendi yaşamının anlamı doğrultusunda, yeniden yöneliş yoluyla belli ölçülerde gerilim yaratmaktan korkmamalıdır.
Anlam yönelişinin yararlı etkisini böylece gösterdikten sonra, bugün birçok hastanın şikâyetçi olduğu bir duygunun, yani, yaşamlarının hepten ve nihai anlamsızlığı duygusunun zararlı etkilerine geçmek istiyorum. Bu hastalar, uğruna yaşamaya değer bir anlam bilincinden yoksundurlar. Kendi içlerindeki bir boşluk duygusunun altında ezilmektedirler. Benim “varoluşsal boşluk” (vakum) dediğim bir duruma yakalanmışlardır.
VAROLUŞSAL BOŞLUK
Varoluşsal boşluk, yirminci yüzyılın yaygın bir olgusudur. Bu anlaşılır bir şeydir; bunun nedeni, gerçek bir insan olduktan sonra insanın yaşadığı iki yönlü bir kayıp olabilir. Tarihin şafağında insan, bir hayvanın davranışlarını belirleyen ve güvence altına alan bazı hayvanca içgüdülerini kaybetmiştir. Cennet gibi, bu güvenlik de insana sonsuza kadar kapanmıştır; insan seçim yapmak zorundadır. Ne var ki buna ek olarak insan, davranışlarını yönlendiren geleneklerin hızla azaldığı son gelişme döneminde, bir başka kayıpla daha yüz yüze gelmiştir. Hiçbir içgüdü ona ne yapacağını söylemez. Hiçbir gelenek ona ne yapması gerektiğini söylemez; bazen neyi arzuladığını bile bilmez. Bunun yerine ya diğer insanların yaptığı şeyleri arzular (uydumculuk) ya da diğer insanların kendisinden yapmasını istedikleri şeyleri yapar (totalitercilik).
Son zamanlarda yapılan istatistiksel bir araştırma, Avrupalı öğrencilerin arasında yüzde 25’inin şöyle ya da böyle belirgin bir varoluşsal boşluk gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Amerikalı öğrencilerde bu, yüzde 60 olarak gözlenmiştir. Varoluşsal boşluk temel olarak kendini can sıkıntısı durumunda dışavurur. İnsanlığın, bunaltı ve can sıkıntısından oluşan iki uç arasında sonsuza kadar mekik dokumaya mahkûm olduğunu söyleyen Schopenhauer’i anlayabiliriz. Gerçekte bugün can sıkıntısı, bunaltıdan daha çok soruna yol açmakta ve elbette psikiyatristlere, çözüm bekleyen daha çok sorun sunmaktadır. Ve bu sorunlar giderek daha çok belirleyici olmaktadır, çünkü ilerleyen otomasyon, bir olasılıkla, ortalama çalışanın boş zamanında büyük bir artışa yol açacaktır. Bunun üzücü olan yanı, bu insanların, yeni kazandıkları boş zamanlarında ne yapacaklarını bilmemeleridir. Örneğin, “Pazar günü nevrozu”nu, yani hafta içinin yoğun işlerinin telaşından sıyrılan ve kendi içlerindeki boşluk belirginleştiği zaman yaşamlarının içerikten yoksun olduğunun farkına varan insanların yaşadığı tatil depresyonunu ele alın. Birçok intihar olayı, bu varoluşsal boşluğa (vakuma) bağlanabilir. Depresyon, saldırganlık, uyuşturucu vb. alışkınlığı gibi bu türden yaygın olguları, bunların altında yatan varoluşsal boşluğu kavrayamadığımız sürece anlayamayız. Bu ayrıca emeklilerin ve yaşlı insanların yaşadığı krizler için de geçerlidir. Ayrıca varoluşsal boşluğun kendim gösterdiği çeşitli maskeler ve kılıflar da söz konusudur. Bazen engellenen anlam istemi, en ilkel güç istemi olan para istemi de dahil olmak üzere, bir güç istemi ile temsilî bir yoldan dengelenir. Diğer durumlarda, engellenen anlam isteminin yerini haz istemi alır. Varoluşsal engellenmenin birçok durumda cinsel dengeleme ile sonuçlanmasının nedeni budur. Bu tür durumlarda cinsel libidonun, varoluşsal boşlukta serpilip yayıldığını gözlemleyebiliriz. Nevrotik durumlarda benzer bir olay baş gösterir. Daha sonra değineceğim bazı yeni denetim mekanizmaları ve kısır döngü oluşumları vardır. Ne var ki, bu semptomolojinin, bir varoluşsal vakuma sızdığı ve burada gelişmeyi sürdürdüğü tekrar tekrar gözlenebilir. Bu tür hastalarda ele almak zorunda olduğumuz şey, noöjenik nevroz değildir. Buna karşın logoterapiyi psikoterapiye destek olarak kullanmadığımız takdirde, hastanın durumun üstesinden gelmesini kesinlikle başaramayız. Çünkü varoluşsal boşluğu doldurmak yoluyla hastanın, ileride geri tepmeler yaşaması önlenmiş olur. Bu nedenle logoterapi sadece noölojik olaylar için değil, ayrıca psikojenik (ruhsal kökenli), hatta somatojenik (bedensel kökenli) (yalancı) nevroz olaylan için de tavsiye edilmektedir. Bu ışık altında bakıldığında Magda B. Amold’un bir ifadesi haklılık bulmaktadır: “Ne kadar kısıtlı olursa olsun, her terapinin bir açıdan ayrıca logoterapi olması gerekir.”
Hastanın, yaşamın anlamının ne olduğunu sorması halinde ne yapabileceğimize bir bakalım.
YAŞAMIN ANLAMI
Bir doktorun bu soruya genel terimlerle cevap verebileceğinden kuşkuluyum. Çünkü yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate farklılık gösterir. Bu nedenle önemli olan, genelde yaşamın anlamı değil, daha çok belli bir anda bir insanın yaşamının özel anlamıdır. Sorunu genel terimlerle ortaya koymak, bir satranç şampiyonuna sorulan soruyla kıyaslanabilir:
“Söyleyin Ustam, dünyadaki en iyi hamle nedir?” Bir maçtaki belli bir durumdan ve rakibin özel kişiliğinden bağımsız bir en iyi hamle ya da iyi bir hamle diye bir şey kesinlikle yoktur. Aynı şey insanın varoluşu için de geçerlidir. Kişinin, soyut bir “yaşamın anlamı” arayışına girmemesi gerekir. Herkesin yaşamında özel bir mesleği veya uğruna çaba harcanacak bir misyonu, yerine getirilmeyi bekleyen somut bir görevi vardır. Ne onun yeri değiştirilebilir ne de yaşam tekrarlanabilir. Bu nedenle herkesin işi, bunu yürütmeye yönelik özel fırsatları kadar eşsizdir. Yaşamdaki her durum insana meydan okuduğu ve çözülecek bir sorun getirdiği için, yaşamın anlamı sorunu gerçekte tersine çevrilebilir. Nihai anlamda kişinin, yaşamın anlamının ne olduğunu sormaması, bunun yerine bu sorunun muhatabının kendisi olduğunu kavraması gerekir. Tek kelime ile her insan yaşam tarafından sorgulanır ve herkes, sadece kendi yaşamı için cevap verirken yaşama cevap verir; sadece sorumlu olarak bunu yapabilir. Bu nedenle logoterapi insan varoluşunun özünü, sorumlulukta görmektedir.
VAROLUŞUN ÖZÜ
Sorumluluk üzerindeki bu vurgulama, logoterapinin kategorik koşulunda kendini göstermektedir, “ikinci defa yaşıyormuşçasına ve ilk kez şimdi yapmak üzere olduğunuz gibi hatalı hareket etmişçesine yaşayın!” Bana öyle geliyor ki başka hiçbir şey insanın sorumluluk duygusunu, onu ilk önce şu anın geçmiş olduğunu ve daha sonra da geçmişin değiştirilip düzeltilebileceğini düşünmeye çağıran bu özdeyiş kadar iyi kamçılayamaz. Bu algı kişiyi, yaşamın belirli (sınırlı) oluşuyla olduğu kadar, hem kendi yaşamıyla hem de kendisiyle ne yapacağının belirleyiciliğiyle karşı karşıya getirir. Logoterapi, hastanın kendi sorumluluklarının tam olarak farkına varmasını sağlamaya çalışır; bu nedenle, kişiye, neye karşı, ne için ya da kime karşı sorumlu olduğunu anlaması seçeneğinin bırakılması gerekir. Psikoterapistler arasında, hastalarına değer yargıları empoze etmeye en az eğilimli olanların logoterapistler olmasının nedeni budur. Çünkü hastanın yargılama sorumluluğunu doktora yüklemesine kesinlikle izin vermeyecektir. Dolayısıyla kendi yaşam görevinin topluma karşı mı, yoksa kendi bilincine karşı mı sorumlu olarak yorumlanacağına karar vermek hastaya düşmektedir.
Logoterapi öğretmediği gibi vaaz da vermez. Mantık yürütmekten olduğu kadar ahlâki değerleri canlandırmaktan da uzaktır. Benzetme yapılacak olursa, Iogoterapistin rolü, bir ressamdan çok bir göz uzmanının oynadığı roldür. Ressam bize, dünyayı kendi gördüğü haliyle aktarmaya, göz uzmanı ise dünyayı gerçekte olduğu gibi görmemizi sağlamaya çalışır. Logoterapistin rolü, hastanın görüş alanını, potansiyel anlam spektrumunun tamamının bilinçli ve görülebilir olması için genişletmekten oluşmaktadır. İnsanın sorumlu olduğunu ve yaşamının potansiyel anlamım gerçekleştirmesi gerektiğim söyleyerek, yaşamın gerçek anlamının kapalı bir sistemmiş gibi kişinin kendi içinde ya da kendi ruhunda değil, dünyada keşfedilmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum.
Bu temel özelliğe “insan varoluşunun kendini aşkınlığı” diyorum. Bu, insan olma gerçeğinin her zaman için, bu ister bir anlam ister karşılaşılacak bir insan olsun, kişinin kendi dışındaki bir şeye ya da birisine yöneldiği anlamına gelmektedir. Kişi, hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendim adayarak ne kadar çok kendim unutursa, o kadar çok insan olur ve kendim de o kadar çok gerçekleştirir. Kendim gerçekleştirme denilen şey, hiç de ulaşılabilir bir şey değildir. Bunun da basit bir nedeni vardır. Kişi buna ulaşmak için ne kadar çok uğraşırsa, bunu da o kadar çok kaçıracaktır. Başka bir deyişle, kendini gerçekleştirme, sadece kendini aşmanın bir yan ürünü olarak olasıdır. Bu noktaya kadar, yaşamın anlamının her zaman değiştiğim, ancak hiçbir zaman yok olmadığını göstermiş bulunuyoruz. Logoterapiye göre bu yaşam anlamını üç farklı yoldan keşfedebiliriz:
Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak;
Bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek;
Kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek.
Bunlardan ilki, yani başarı yolu, oldukça açıktır. İkinci ve üçüncü ise, biraz daha ayrımı gerektirmektedir. Yaşamda anlam bulmanın ikinci yolu, bir şey -iyilik, doğruluk, güzellik gibi- yaşamak, doğayı ve kültürü yaşamak, son ve bir o kadar önemlisi de olanca eşsizliğiyle bir inşam yaşamaktır Yani onu sevmektir.
SEVGİNİN ANLAMI
Bir başka insanı, kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. Sevmediği sürece hiç kimse, bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz. Sevgisi yoluyla insan, sevilen kişideki temel kişilik özelliklerini ve eğilimlerini görebilecek duruma gelir ve dahası, ondaki gerçekleşmemiş olan ancak gerçekleştirilmesi gereken potansiyelleri görür. Ayrıca sevgisi yoluyla kişi, sevdiği insanın bu potansiyelleri gerçekleştirmesini sağlar. Sevdiği insanın, ne olabileceğinin ve ne olması gerektiğinin farkına varmasını sağlayarak, potansiyellerim gerçekleşmesini sağlar.
Logoterapide sevgi, yüceltme anlamında cinsel itkilerin ve içgüdülerin sadece bir yan olgusu (epifenomen) olarak yorumlanamaz. Sevgi de cinsellik kadar temel bir olgudur. Normalde seks, sevgi için bir dışavurum biçimidir. Seks, bir sevgi aracı olur olmaz ya da sadece bir sevgi aracı olduğu sürece haklı görülür, hatta meşrulaştırılır. Bu nedenle sevgi, seksin sadece bir yan etkisi olarak anlaşılmaz; daha çok seks, adına sevgi denilen nihai birliktelik deneyimini dışavurmanın bir yolu olarak görülür. Yaşamda bir anlam bulmanın üçüncü yolu, acı çekmektir
ACININ ANLAMI
Umutsuz bir durumla karşılaştığımız, değiştirilemeyecek bir kaderle yüz yüze geldiğimiz zaman bile, yaşamda bir anlam bulabileceğimizi asla unutmayalım. Çünkü o zaman önemli olan şey, kişisel bir trajediyi bir zafere, kendi zor durumunu bir insan başarısına dönüştürmek ve sadece insana özgü eşsiz insan potansiyeli olabildiğince göğüslemektir. Arak bir durumu değiştiremeyecek bir noktaya geldiğimiz -örneğin tedavisi olanaksız bir kanser gibi iyileşme şansı olmayan bir hastalığı düşünün- zaman kendimizi değiştirme yoluna gideriz.
Açık bir örnek vermeme izin verin: Bir keresinde, pratisyen hekim olarak çalışan yaşlı birisi yaşadığı ağır depresyon nedeniyle bana geldi. İki yıl önce ölen ve her şeyden çok sevdiği karısını kaybetmeye alışamamışa. Ona nasıl yardım edebilirdim? Ona ne söyleyebilirdim? Bir şey söylemekten kaçındım, ancak onu şu soruyla karşı karşıya getirdim. “Sen ondan önce ölseydin ve karın seni yaşatmak zorunda olsaydı ne olurdu Doktor?” “Ah!” diye karşılık verdi, “Bu onun için korkunç olurdu; ne kadar acı çekerdi!” Bunun üzerine, “Görüyorsunuz ya Doktor, onu bu acıdan kurtaran sizsiniz; elbette bunun bedeli de şimdi sizin onu yaşatmak ve yasım tutmak zorunda olmanız,” dedim Tek kelime etmeksizin elimi sıktı ve büromdan ayrıldı. Her nasılsa acı, bir özverinin anlamı gibi, bir anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkıyor.
Elbette kesin anlamı içinde bu bir terapi değildir, çünkü her şeyden önce doktorun umutsuzluğu bir hastalık değildi ve İkincisi, kaderim değiştiremez, karısını diriltemezdim. Ama değişmez kaderine yönelik tutumunu değiştirmeyi başardığım andan sonra, çektiği acıda en azından bir anlam bulabilmiştir. Logoterapinin temel ilkelerinden birisi, insanın temel uğraşının haz almak ya da acıdan kaçınmak değil, yaşamında bir anlam bulmak olduğunu göstermektir. İnsanın, elbette acısının bir anlamı olması koşuluyla, acı çekmeye hazır olmasının nedeni budur. Ama şuna kesin olarak açıklık kazandıralım: Anlam bulmak için acı çekmek kesinlikle gerekli değildir. Ben sadece acıya rağmen anlamın olası olduğunu -elbette acının kaçınılmaz olması koşuluyla- vurgulamak istiyorum. Acının kaçınılabilir olduğu durumlarda yapılacak en anlamlı şey, ister ruhsal veya fiziksel, ister politik olsun, acıya yol açan nedeni ortadan kaldırmak olacaktır. Gereksiz yere acı çekmek, kahramanca değil, mazoşistçe bir tutumdur.
Georgia Üniversitesinde psikoloji profesörü olan Edith Weisskopf- Joelsen, logoterapi üzerine yazdığı bir makalesinde, “Mevcut ruh sağlığı felsefemiz, insanların mutlu olması gerektiği, mutsuzluğun bir uyumsuzluk belirtisi olduğu görüşünü vurgulamaktadır. Böyle bir değer sistemi, kaçınılmaz mutsuzluğun yükünün, mutsuz olmaktan ötürü mutsuz olma nedeniyle arttırılması gerçeğinden sorumlu olabilir,”der. Bir başka makalesinde, logoterapinin, “Acı çeken ve bundan kurtulması olanaksız olan insana, bu acıyı alçaltıcı bulduğu için mutsuz olmakla kalmayıp, mutsuzluğundan ötürü bir de utanmak yerine, çektiği acıyla gurur duyması ve bunu onur verici bir şey olarak değerlendirmesi için pek fırsat tanımayan günümüz Amerikan kültüründeki bazı sağlıksız eğilimlerin dengelenmesine yardım edebileceğini” dile getirir.
Kişinin, kendi işini yapma ya da yaşanandan zevk duyma fırsatından mahrum edildiği durumlar vardır; ancak hiçbir zaman ortadan kaldırılamayacak olan şey, acının kaçınılmazlığıdır Cesurca acı çekmeyi kabul edince, yaşam da son ana kadar bir anlama sahip olur ve bu anlamı kelimenin tam anlamıyla- sonuna kadar korur. Başka bir deyişle, yaşamın anlamı koşulsuzdur, çünkü kaçınılmaz acının potansiyel anlamım bile kapsar. Toplama kampında yaşadığım belki de en derin deneyim olan bir olayı anımsamama izin verin. İstatistiksel verilerle de kolayca kontrol edilebileceği gibi, kampta yaşanan güç şartlar altında hayatta kalma şansı yirmi sekizde birden fazla değildi.
Auschwitz’e vardığımda paltomun aluna sakladığım ilk kitabımın notlarının kurtarılması, olasılık bir yana, olanaksızdı. Bu nedenle, zihnimin ürününü kaybetmiş olma gerçeğim yaşamak ve bunun üstesinden gelmek zorundaydım. Sanki hiçbir şey ya da hiç kimse beni yaşatamazmış gibi gelmişti; ne fiziksel ne de zihinsel bir çocuğum beni yaşatabilirdi! Dolayısıyla, bu durumda yaşamımın nihai anlamda bir anlamdan yoksun olup olmadığı sorusuyla karşı karşıya kaldım.
Tutkuyla güreştiğim bu sorunun yanıtının zaten önümde durduğunu ve zaman geçmeden karşıma çıkacağını henüz fark etmemiştim. Kendi giysilerimi verip, Auschwitz tren istasyonuna vardıktan hemen sonra, gaz odasına gönderilen bir tutuklunun giysilerim giymek zorunda kaldığım zaman bu yanıt karşıma çıkmıştı. Kendi kitabınım sayfalan yerine, yeni kazandığım paltonun ceplerinde, bir dua kitabından yırtılmış olan ve en önemli Yahudi duası olan Shema Yisrael’in yazılı olduğu tek bir sayfa bulmuştum. Böyle bir “çakışma”yı düşüncelerimi kâğıda yazmak yerine, yaşatmaya yönelik bir meydan okumadan başka nasıl yorumlayabilirdim ki?
Bir süre sonra, yakın bir gelecekte ölecekmişim duygusuna kapıldığımı anımsıyorum. Ne var ki bu kritik durumda tasam, yoldaşlarımın çoğundan farklıydı. Onların sorusu şöyleydi: “Bu kampta hayatta kalacak mıyız? Kalmayacaksak, bütün bu acıların hiçbir anlamı yok.” Benim sorumsa şuydu: “Bütün bu acıların, çevremizdeki bunca ölümün bir anlamı var mı? Çünkü eğer yoksa hayatta kalmanın kesinlikle hiçbir anlamı yok! Çünkü anlamı böyle bir rastlantıya bağlı olan bir yaşam, nihai anlamda yaşanmaya değmez.”
META-KLiNİK SORUNLAR
Bugün bir psikiyatriste, giderek artan sayıda, onu nevrotik semptomlarla değil, insan sorunlarıyla karşı karşıya bırakan hastalar başvurmaktadır. Son zamanlarda psikiyatriste giden bu insanlardan bazıları eskiden papaza, rahibe ya da hahama giderdi. Şimdi ise çoğunlukla bu insanlar papaza gitmeyi reddetmekte, bunun yerine doktoru, “Yaşamımın anlamı ne?” gibi sorularla karşı karşıya bırakmaktadır.
BİR LOGODRAMA
Aşağıdaki olayı anmak isterim: Bir keresinde, on bir yaşındaki oğlu ölen bir kadın, bir intihar girişiminden sonra hastaneme kabul edilmişti. Dr. Kurt Kocourck, kadını bir terapi grubuna katılmaya çağırmıştı ve bir psikodrama seansı yürütmekte olduğu odaya kaza eseri girmiştim. Çocuğu ölen kadın, çocuk felcinden ötürü sakat olan oğluyla baş başa kalmış. Zavallı çocuk tekerlekli sandalyeye mahkûmmuş. Annesi, kendi kaderine isyan etmiş ama sakat oğluyla birlikte intihar etmeye kalkışınca, çocuk buna engel olmuş; yaşamı seviyormuş! Onun için yaşam anlamlıymış. Peki annesi için neden böyle değildi? Annenin yaşamı bunlara karşın nasıl bir anlam bulabilirdi? Ve bunun farkına varması için ona nasıl yardım edebilirdik? Tartışmaya hazırlıksız katıldım ve gruptaki bir başka kadını sorguladım. Kaç yaşında olduğunu sordum, “Otuz,” dedi. Bunun üzerine, “Hayır, otuz değil, seksen yaşındasınız ve ölüm döşeğindesiniz, geri dönüp çocuksuz ancak mali başarılarla dolu bir yaşamınız olduğunu görüyorsunuz,” diye karşılık verdim ve böyle bir durumda ne hissedeceğini hayal etmesini söyledim “Ne düşünürsünüz, o durumda kendi kendinize ne dersiniz?’’ Drama seansı sırasında kaydedilen banttan, kadının söylediklerini almama izin verin:
“Ben evli bir milyonerim, rahat bir hayatım vardı ve bunu yaşadım! Erkeklerle flört ettim; onlarla cilveleştim! Ama şimdi seksenimdeyim; kendi çocuğum yok. Yaşlı bir kadın olarak geri dönüp baktığımda, bütün bunların ne için olduğunu anlayamıyorum; aslında, yaşamımın, bir başarısızlık olduğunu söylemem gerek!”
Daha sonra oğlu sakat olan kadına, kendini benzer bir şekilde geriye dönüp bakarken hayal etmesini söyledim. Bant kaydından, söylediklerini dinleyelim: “Çocuklarım olsun istedim ve bu arzum gerçekleşti; oğullarımdan biri öldü, ancak diğeri de sakattı. Ben bakmasaydım onu bir kuruma gönderirlerdi. Sakat ve çaresiz de olsa, o, benim oğlum. Bu nedenle onun için olası olduğu kadarıyla, dolu dolu bir hayat verdim ona; oğlumdan daha iyi bir insan yarattım.” O anda gözyaşlarına gömüldü ve hıçkıra hıçkıra devam etti: “Kendi adıma huzur içinde geri dönüp bakabilirim; çünkü yaşamımın anlamla dolu olduğunu ve bu anlamı kazanmak için çok çalıştığımı, elimden geleni yaptığımı söyleyebilirim; oğlum için elimden geleni yaptım. Yaşamım bir başarısızlık değildi!” Sanki ölüm döşeğindeymişçesine geri dönüp yaşamına baktığında, ansızın bunun bir anlamı olduğunu, çektiği onca acıyı bile kapsayan bir anlamı olduğunu görebildi. Aynı sebeple, örneğin ölen oğlununki gibi kısa bir yaşamın bile, coşku ve sevgi açısından öylesine zengin olabileceği, seksen yıl süren bir yaşamdan çok daha anlamlı olabileceği açıklık kazandı. Bir süre sonra, bu grubun tamamına hitaben bir başka soru sordum. Sorum, polilmiyelitis serumu geliştirmek için kullanılan ve bu nedenle orası burası delik deşik edilen bir maymunun, çektiği acının anlamım kavrayıp kavrayamayacağıyla ilgiliydi.
Gruptaki herkes, elbette kavrayamayacağını söyledi; sınırlı zekâsıyla maymun, acının anlamının anlaşılabildiği tek dünya olan insanların dünyasına giremezdi. Bunun üzerine aşağıdaki soruyu ortaya attım: “Peki ya insanın, kozmosun evrimindeki bitiş noktası olduğundan emin misiniz? Başka bir boyutun daha olduğu, başka bir dünyanın? insan acısının nihai bir anlam bulacağı bir dünyanın olduğu düşünülemez mi?”
NİHAİ ANLAM
Bu nihai anlam, zorunluluk gereği insanın sınırlı zihinsel yetisini aşar; logoterapide bu bağlamda bir nihai anlamdan söz ederiz. İnsandan istenen şey, bazı varoluşçu felsefecilerin savunduğu gün yaşamın anlamsızlığına katlanmak değil, yaşamın koşulsuz anlamlılığının ussal terimlerle kavrama yetkisinden yoksun oluşuna dayanmaktır. Logos (anlam), logic’ten (mantık) daha derindir.
Nihai anlam kavramının ötesine giden bir psikiyatrisi, er ya da geç, altı yaşındaki kızımın beni şu soruyla utandırması gibi, hastaları tarafından utandırılacaktır : “Neden iyi Tanrı’dan söz ediyoruz?”
Kızımın bu sorusu üzerine, “Birkaç hafta önce kızamığa yakalanmıştın ve iyi Tanrı seni iyileştirdi,” dedim. Ne var ki küçük kız yanıtı yeterli bulmamıştı; hemen yapıştırdı: “Peki ama baba, lütfen unutma: Her şeyden önce bana kızamığı gönderen o.” Ancak bir hasta dinsel inancına sıkıca bağlıysa, dinsel inananın tedavi etkisinden yararlanılmasına ve tinsel kaynakların kullanılmasına kimse itiraz etmez. Bunu yapabilmek için psikiyatrist kendini hastanın yerine koyabilir, örneğin Doğu Avrupalı bir hahamın bana gelip hikâyesini anlattığı bir olayda yaptığım tam anlamıyla buydu. İlk karısını ve altı çocuğunu, gaz odasına gönderildikleri Auschwitz Toplama Kampı’nda kaybetmiş; şimdi ise ikinci karısının kısır olduğu ortaya çıkmıştı. Çocuk sahibi olmanın yaşamın tek anlamı olmadığım gözledim, çünkü o zaman yaşam kendi içinde anlamsız olurdu ve kendi içinde anlamsız olan bir şey, sadece kalıcılaştırılarak anlamlı kılınamazdı. Ne var ki haham, kendi talihsiz durumunu, ölümden sonra arkasından Kaddiş (ölen kişi İçin okunan bir dua) okuyan bir oğlu olmaması nedeniyle, umutsuzluk terimleriyle, bir Ortodoks Yahudi gibi değerlendiriyordu. Ama vazgeçmeyecektim. Çocuklarını cennette tekrar görmeyi ümit edip etmediğim sorarak, ona yardım etmek için son bir girişimde bulundum. Soruma, bir gözyaşı sağanağıyla karşılık verdi ve umutsuzluğunun gerçek nedeni su yüzüne çıktı: Masum birer şehit olarak öldükleri için çocuklarının cennetteki en yüksek mertebeye ulaştıklarını, buna karşın yaşlı, günahkâr bir insan olarak kendisi için aynı yeri bekleyemeyeceğini anlattı. Yine vazgeçmedim ve hemen şu soruyu gündeme getirdim: “Çocuklarını yaşatmanın anlamı bu olamaz mı haham: Bu acı dolu yıllar sayesinde aklanıp, sonunda sen de çocukların kadar masum olmasan da cennette onlara katılmaya değer olamaz mısın?
Tanrı’nın bütün gözyaşlarını sakladığı, ilahilerde yazmıyor mu? Bu nedenle belki de acılarının hiçbirisi boşuna değildir.” Onca yıldan bu yana ilk kez, ona açabildiğim yeni bakış açısı sayesinde acılarından kurtulabildi.
YAŞAMIN GEÇİCİLİĞİ
İnsan yaşamım anlamdan yoksun bırakıyor gibi görünen şeyler sadece acıyı değil, ölümü de kapsıyor. Sadece yaşamın gerçekten geçici olan yanlarının potansiyeller olduğunu söylemek ten hiçbir zaman bıkmadım; ancak bu potansiyeller gerçekleşir gerçekleşmez, o anda gerçekliğe dönüşür; bunlar korunur ve geçmişe gönderilir ve burada geçicilikten kurtarılır, çünkü geçmişteki hiçbir şey geri kazanılmaz bir şekilde kaybedilmemiş, her şey geri dönülmez bir şekilde kaydedilmiştir.
Bu nedenle varoluşumuzun geçici olması, bunu kesinlikle anlamsız kılmaz, ama sorumluluklarımızı oluşturur; çünkü her şey, bizim, öz itibarıyla geçici olan olasılıkları gerçekleştirmemize bağlıdır. İnsan sürekli, mevcut potansiyeller yığınıyla ilgili olarak kendi tercihlerini yapar, bunlardan hangisi hiçliğe mahkûm edilecek ve hangileri gerçekleştirilecek? Hangi tercih gerçekte sonsuza kadar ölümsüz, “zamanın kumlar üzerindeki ayak izi” kılınacak insanın, her an, şöyle ya da böyle, varoluşunun anıtının ne olacağına karar vermesi gerekir. Elbette insan, geçiciliğinin anız tarlasını dikkate almakta ve yaptıklarının, sevinçlerinin ve acılarının tamamım sonsuza kadar sakladığı geçmişin dolu zahire ambarını görmezlikten gelmektedir. Yapılan hiçbir şey eski haline getirilemez ve hiçbir şey yok edilemez. Olmuş olmanın, varolmanın en emin biçimi olduğunu söylemem gerek.
İnsan varoluşunun temelde geçici oluşunu aklında tutan logoterapi, kötümser değil, eylemcidir. Bu noktayı bir benzetmeyle dile getirecek olursak: Karamsar kişi, her gün bir sayfasını kopardığı duvar takviminin geçen her günle biraz daha inceldiğini, korku ve hüzünle gözleyen bir insana benzer, öte yandan yaşamın sorunlarına etkin bir şekilde saldıran insan, her gün takviminden bir yaprak koparan, ancak bunları arkalarına birkaç günlük notu aldıktan sonra öncekilerle birlikte düzenli ve özenli bir şekilde dosyalayıp saklayan bir insana benzer. Bu notlarda oluşan zenginliği, dolu dolu yaşamı, gurur ve sevinçle düşünebilir. Yaşlandığım fark etmesinin ne önemi olabilir? Gördüğü genç insanları kıskanıp kendi yitik gençliğine yönelik nostaljiye mi gömülecektir? Hayır, bunun yerine şöyle düşünecektir: “Olasılıklar yerine, sadece yapılan işin, yaşanılan sevginin değil, yiğitçe göğüslenen acılar dahil olmak üzere, geçmişimin gerçeklikleri de var. Bu acılar kıskançlık uyandırmasa bile, hayatımda en çok gurur duyduğum şeylerdir.”
BİR TEKNİK OLARAK LOGOTERAPİ
Ölüm korkusu gibi gerçekçi bir korku, psikodinamik yorumuyla yatıştırılamaz; öte yandan agorafobi gibi nevrotik bir korku da felsefi anlayışla iyileştirilemez. Ne var ki logoterapi bu tür olaylar için de özel bir teknik geliştirmiştir. Bu teknik uygulandığında neler olup bittiğini anlamak için, başlangıç noktası olarak, nevrotik bireylerde sık sık görülen beklentisel kaygı durumunu ele aldık. Bu korkunun tipik bir özelliği, tam olarak hastanın korktuğu şeye yol açmasıdır, örneğin büyük bir odaya girip kalabalıkla karşılaştığı zaman kızarmaktan korkan birey, gerçekte bu tür koşullar altında kızarmaya daha çok yatkın olacaktır. Bu bağlamda “arzu, düşüncenin babasıdır” deyişi, “korku, olayın anasıdır” şeklinde değiştirilebilir. İlginçtir, tıpkı korkunun korkulan şeye yol açması gibi, zoraki bir niyet de zorla arzulanan şeyi olanaksız kılar. Bu aşın niyet ya da benim deyişimle “hiper-yüksek niyet” özellikle cinsel nevroz olaylarında gözlenebilir. Bir erkek cinsel gücünü ya da bir kadın orgazm olma yeteneğim göstermeye ne kadar çok çalışırsa, başarısız olma olasılığı da o kadar büyük olacaktır. Haz, bir yan ürün ya da yan etkidir ve öyle kalması gerekir ve kendi içinde bir amaç yapıldığı ölçüde yok edilmiş olur. Yukarıda anlatılan aşın niyete ek olarak, aşın dikkat ya da logoterapide denildiği gibi “aşın düşünme” (hyper-reflection) de patojenik olabilir (yani hastalığa yol açabilir). Aşağıdaki rapor anlatmak istediğimi açıklayacaktır: Genç bir hanım, cinsel soğukluk (frijit) şikâyetiyle bana geldi, özgeçmişi, çocukluğunda babası tarafından cinsel olarak kullanıldığım ortaya çıkardı. Ne var ki, kolayca inanılacağı gibi, cinsel nevroza yol açan şey kendi içinde bu travmatik (yaralayıcı) deneyim değildi. Çünkü popüler psikanaliz yazınım okuyan hastanın, sürekli olarak, travmatik deneyiminin bir gün çıkaracağı faturaya ilişkin korkulu bir beklenti içinde yaşadığı ortaya çıktı. Bu beklentisel kaygı, hem kendi dişiliğini doğrulamaya yönelik aşın bir niyete, hem de cinsel eşi yerine kendi üzerine odaklanan aşırı bir dikkate yol açmıştı. Bu da hastanın, cinsel hazzını orgazma ulaştırma yetisinden yoksun kalması için yeterliydi; çünkü orgazm, kendim karşıdaki insana vermenin ve bırakmanın amaçlanmayan bir sonucu olarak kalmak yerine, hem niyetin hem de dikkatin bir objesi haline getirilmişti. Kısa süreli bir logoterapiden sonra, hastanın kendi orgazm yaşama yetisi üzerindeki aşırı dikkati ve niyeti, bir başka logoterapi terimi kullanılacak olursa: “Düşünce odağından çıkarıldı.” Dikkati, uygun nesne, yani cinsel eşi üzerinde yeniden odaklandığı zaman orgazm kendiliğinden oluştu. “Çelişik niyet” adı verilen logoterapi tekniği, korkunun, korkulan şeyi yarattığı ve aşın niyetin, arzulanan şeyi olanaksızlaştırdığı gerçeğine dayanmaktadır. Çelişik niyet kavramını Almanca’da, 1939 yılında tanımlamıştım. Bu yaklaşımda fobisi olan hastaya, bir an için de olsa, kesin olarak korktuğu şeye niyetlenmesi söylenir.
Bir örnek vermeme izin verin. Genç bir doktor, terleme korkusu nedeniyle bana geldi. Ne zaman bir terleme nöbeti beklese, bu beklentisel kaygı, aşın ölçüde terlemesine yetiyordu. Bu kısır döngüyü kırması için, insanlara ne kadar terleyebildiğim amaçlı olarak göstermeye karar vermesini öğütledim. Bir hafta sonra döndüğünde ne zaman beklentisel kaygısını hareketlendiren birisine rastlasa, kendi kendine “Daha önce sadece bir litre terledim, ama bu kez on litre ter dökeceğim!” dediğim anlattı. Bunun sonucu, dört yıl boyunca bu fobiden şikâyetçi olan doktorun, tek bir görüşmeden sonra, bir haftada, kendini bundan tamamen kurtarmasıydı. Okur, bu işlemin, korkusunun yerine çelişik bir arzu konulduğu ölçüde, hastanın tutumunu tersine çevirmekten oluştuğunu fark edecektir. Bu uygulamayla kaygı yelkenlerini şişiren rüzgâr kesilmiş olur.
Ne var ki böyle bir işlem, mizah duygusunda yapısal olan, insana özgü kendinden uzaklaşabilme yetisinden yararlanılmasını gerektirir. Çelişik niyet denilen logoterapi tekniği kullanıldığı zaman insanın kendisinden uzaklaşma yetisi gerçekleştirilir. Aynı zamanda hastanın, kendini kendi nevrozundan uzağa koyması sağlanır. Bununla aynı çizgide bir görüş, Gordon W. Allport’un The Individual and His Religion (Birey ve Dini) adlı kitabında bulunabilir: “Kendine gülmeyi öğrenen nevrotik birey, kendii idare etme, belki de iyileşme yoluna girmiş olabilir.” Çelişik niyet, Allport’un görüşünü deneysel olarak doğrulamakla ve klinikte uygulamaktadır.
Ek birkaç durum raporu, bu yöntemin daha da açıklık kazanmasını sağlayabilir. Aşağıda bahsedilecek hasta, çeşitli kliniklerde birçok doktor tarafından tedaviye sokulan, ancak hiçbirisinde başarılı sonuç alınamayan bir muhasebeciydi. Benim görev yaptığım hastaneye kabul edildiğinde tam bir umutsuzluk içindeydi ve intihara çok yakın olduğunu itiraf etmişti. Birkaç yıldır, son zamanlarda işini kaybetme tehlikesine yol açacak kadar ağırlaşan bir yazar krampından şikâyetçiydi. Bu nedenle durumu ancak derhal yapılacak kısa süreli bir terapi, düzeltebilirdi. Dr. Eva Kozdera hastaya, genelde yaptığının tam tersini yapmasını, yani olabildiğince net ve okunaklı yazmaya çalışmak yerine kötü yazmaya çalışmasını öğütledi. Burada hastaya, kendi kendine, “Şimdi insanlara ne kadar iyi’ bir kötü yazıcı olduğumu göstereceğim!’’ demesi öğütlenir. Ve kasıtlı olarak kargacık burgacık yazmaya çalıştığı an bunu yapamaz. “Kötü yazmaya çalıştım, ama kesinlikle başaramadım,” der ertesi gün. Hasta bu yolla kırk sekiz saat içinde yazar krampından kurtulmuş ve tedaviden sonraki gözlem döneminde geri tepme olmamıştır. Artık tekrar mutludur ve çalışabilmektedir. Konuşmayla ilgili benzer bir olay da, Viyana Poliklinik Hastanesi’nin Larenoloji Bölümü’ndeki bir meslektaşım tarafından anlatıldı. Bu, onca yıllık mesleğinde gördüğü en ağır kekeleme olayıymış. Kekeme, hatırlayabildiği kadarıyla bir istisna dışında, yaşamında bir an olsun konuşma sorunundan kurtulamamış. Bu istisna, on iki yaşlarındayken bir tramvayın arkasına asıldığı zaman gerçekleşmiş; Biletçi tarafından yakalanınca, kaçmanın tek yolunun biletçide acıma duygusu uyandırmak olduğunu düşünmüş ve bu nedenle sadece zavallı bir kekeme olduğunu göstermeye çalışmış. O anda kekelemeye çalışınca, yapamamış. Tedavi amaçlarıyla olmasa da, farkında olmaksızın çelişik niyet tekniğini kullanmış.
Ne var ki bu sunuş, çelişik niyet tekniğinin sadece tek semptomlu olaylarda etkili olduğu izlenimini bırakmamalıdır. Bu logoterapi tekniği yoluyla, Viyana Poliklinik Hastanesindeki ekibim, en ağır dereceden saplantılı-zorlanımlı nevrozları tedavi etmeyi bile başarmıştır, örnek olarak altmış beş yaşında olan ve altmış yıldır yıkanma güçlüğü çeken bir kadım gösterebilirim Dr. Eva Kozdera çelişik niyet tekniği yoluyla logoterapi tedavisine başlamış ve iki ay sonra hasta normal bir yaşam sürecek duruma gelmiştir. Hasta, Viyana Poliklinik Hastanesinin Nöroloji Bölümü’ne kabul edilmeden önce, “Hayat benim için bir cehennemdi,” diye itirafta bulunmuştur. Yaşadığı güçlük ve bakteriyofobi saplantısı yüzünden iş yapamaz duruma gelen hasta, sonunda bütün gün yatakta kalmaya başlamıştır. Elbette artık semptomlarından tamamen kurtulduğunu söylemek doğru olmaz, çünkü saplantısı her an aklına gelebilir. Ne var ki, kendisinin de dediği gibi “Bu konuda şaka yapabilmektedir,” yani, çelişik niyet tekniğini uygulayabilmektedir. Çelişik niyet tekniği ayrıca uyku bozukluğu olaylarında da uygulanabilmektedir. Uykusuzluk korkusu, uyumaya yönelik aşırı bir niyete yol açar. Bu da dönüp, kişinin uyumamasına neden olur. Bu korkunun üstesinden gelmesi için genellikle hastaya kendini uyumaya zorlamamasını, bunun yerine tam tersini denemesini, yani yatakta olabildiğince çok uyanık kalmaya çalınmasını öğütlerim. Başka bir deyişle, uyumamaya ilişkin beklentisel kaygıdan kaynaklanan ve uyumaya yönelik olan aşın niyetin yerini, uyumamaya yönelik çelişik niyetin alması gerekir, bu durumda hasta çabucak uyumaktadır. Çelişik niyet, her derdin devası değildir. Saplantılı-zorlanımlı ya da fobi içeren rahatsızlıkların, özellikle de altta yatan beklentisel kaygılı durumların tedavisinde yararlı bir araç olarak iş görmektedir. Dahası, bu, kısa süreli bir terapi aracıdır. Ne var ki böylesine kısa süreli bir terapinin, zorunluluk gereği sadece geçici tedavi etkileri yarattığı sonucuna varılmamalıdır Emil A. Gutheil’den bir alıntı yapmak gerekirse, “Ortodoks Freudçuluğun çok yaygın yanılsamalarından” birisi, “sonuçların kalıcılığının, terapinin uzunluğuna karşılık gelmesidir.” Örneğin benim dosyalarımda, yirmi küsur sene önce kendisine çelişik niyet uygulanan bir hastanın durum raporu bulunmaktadır; buna karşılık söz konusu hastada ulaşılan tedavi etkisi kalıcı olmuştur.
En belirgin gerçeklerden birisi, çelişik niyetin, söz konusu rahatsızlığın kökenindeki temele bağlı olmaksızın etkili olmasıdır. Bu da, Edith Weisskopf-Joelson tarafından dile getirilen bir görüşü doğrulamaktadır: “Geleneksel psikoterapinin, tedavi uygulamalarının kökenbilim (etimoloji) bulgularına dayandırılması gerektiği konusunda ısrar etmesine karşın, ilk çocukluk yıllarında bazı etkenlerin nevrozlara neden olabilmesi ve yetişkinlik çağlarında nevrozları tamamen farklı etkenlerin iyileştirmesi olasıdır.” Nevrozların güncel nedeni açısından, ister bedensel, ister ruhsal yapıda olsun, yapısal öğelerin dışında, beklentisel kaygı gibi geri denetim mekanizmaları, başta gelen patojenik (hastalık yaratıcı) etken gibi gözükmektedir. Belli bir semptoma fobi ile tepki verilir, fobi semptomu alevlendirir ye sonuçta semptom da fobiyi pekiştirir. Ancak benzer bir olaylar zinciri, hastanın sürekli olarak zihnini kurcalayan düşüncelerle boğuştuğu23 saplantılı-zorlanımlı durumlarda da gözlenebilir. Böylece hasta, bunların gücünü, rahatsız olacak kadar artarmış olur, çünkü baskı, karşı baskıyı getirir. Semptom yine pekiştirilir! Öte yandan hasta saplantılarıyla boğuşmaktan vazgeçtiği, bunun yerine bunları alaycı bir tavırla ele alıp, espri konusu yaptığı (çelişik niyet uyguladığı) an, kısırdöngü kesilir, semptom hafifler ve sonunda küçülür. Semptoma davetiye çıkaran varoluşsal boşluğun bulunmadığı olaylarda, hasta sadece kendi nevrotik korkusuyla alay etmekle kalmayacak, sonunda bunu tamamen görmezden gelmeyi de başaracaktır. Görüldüğü üzere, beklentisel kaygıya karşı çelişik niyetin; aşırı niyet ve aşın düşünmeye karşı da düşünce odağının dağıtılması (dereflection) işleminin devreye sokulması gerekir, ancak düşünce odağının değiştirilmesi, hastanın kendi işine ve yaşamdaki misyonuna yönelişiyle mümkün olabilmektedir.
Kısırdöngü oluşumunu kıran şey, ister acıma ister aşağılama olsun, nevrotiğin kendine yönelik ilgisi değildir; iyileşmenin ipucu, kendim aşkınlıktadır!
ORTAK NEVROZ
Her çağın kendine ait ortak nevrozu vardır ve her çağ, bununla başa çıkmak için kendi psikoterapisine ihtiyaç duyar. Günümüzün kitle nevrozu olan varoluşsal boşluk, özel ve kişisel bir nihilizm şekli olarak tanımlanabilir; çünkü nihilizm, varlığın hiçbir anlamı olmadığı inancıdır. Ne var ki, nihilistik bir felsefenin çağdaş eğilimlerinin etkisinden uzak kalmadığı sürece, psikoterapi böyle bir olayla kitlesel boyutta başa çıkamaz; aksi takdirde kitle nevrozunun olası bir tedavisini üretmek yerine bunun bir semptomunu temsil eder. Böyle bir durumda psikoterapi nihilistik bir felsefeyi yansıtmakla kalmayacak, ayrıca, istemeden ve farkında olmadan da olsa, hastaya insanın doğru bir tablosundan çok bir karikatürünü aktaracaktır. İnsanın, biyolojik, ruhsal ya da toplumsal koşulların sonucundan ya da kalıtımla çevrenin ürününden başka bir şey olmadığını ileri süren “nihilizm” öğretisinde, yapısal bir tehlike söz konusudur. İnsana ilişkin bu görüş, nevrotik bir bireyin, zaten inanmaya yatkın olduğu şeye, yani dış etkilerin ya da iç koşulların kurbanı olduğuna inanmasını sağlar. İnsanın özgür olduğunu reddeden bir psikoterapi, bu nevrotik ölümcüllüğü besler ve güçlendirir.
Kuşkusuz, insan sonlu bir varlıktır ve özgürlüğü sınırlıdır. Bu, koşullardan özgürlük değil, koşullara yönelik bir tavır alabilme özgürlüğüdür. Bir keresinde söylediğim gibi: “Nöroloji ve psikoloji gibi iki alanda çalışan bir profesör olarak, bir insanın, biyolojik, ruhsal ve toplumsal koşullara ne ölçüde tâbi olduğunun tam anlamıyla farkındayım. Ama ben, iki alanda birden profesör oluşumun yanı sıra dört kamptan -yani toplama kamplarından- sağ çıkmış ve bu nedenle, insanın düşünülebilecek en kötü koşullara bile görülmemiş ölçüde direnip göğüs germe yetisine tanıklık etmiş bir insanım.”
PAN-DETERMİNÎZMİN ELEŞTİRİSİ
Psikanaliz sık sık pan-seksualist (topyekün cinselsi) olmakla suçlanıyordu. Bu suçlamanın yerinde olduğundan kuşkuluyum. Ne var ki “pan-determinizm” (topyekün belirlemecilik) denen şey bana daha hatalı ve tehlikeli gibi gözüküyor. Bu terimle, insanın şu ya da bu koşullara karşı bir tavır alabilme yetisini göz ardı eden bir görüşü söz konusu ediyorum. İnsan, tamamen koşullandırılmış ve belirlenmiş değildir, daha çok, ister koşullara boyun eğsin, ister karşı gelsin, kendini belirlemektedir. Başka bir deyişle, insan nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır. İnsan varolmakla yetinmez, bunun yerine her zaman için varoluşunun kaderine, bir sonraki anda kendisinin ne olacağına karar verir.
Aynı nedenden ötürü her insan, herhangi bir anda değişme özelliğine sahiptir. Dolayısıyla, insanın geleceğini ancak bir grubun tamamına ilişkin bir istatistiksel araştırmalım geniş çerçevesi dahilinde tahmin edebiliriz; ancak bireysel kişilik, öz inhamla tahmin edilemez kalır. Tahminlerin temeli biyolojik, ruhsal ve toplumsal koşullarla temsil edilebilir. Yine de insan varoluşunun temel özelliklerinden birisi, bu koşulların üstüne çıkabilme, bunların ötesinde gelişebilme yetisidir, insan, olası olduğunda, dünyayı ve gerektiği takdirde de kendini daha iyiye doğru değiştirebilme yetisine sahiptir.
Dr. J’nin durumunu anlatmama izin verin. Yaşamım boyunca karşılaştığım, içi kötülük dolu, şeytani bir figür diyebileceğim tek kişiydi o. O zamanlar genel olarak “Steinhofun (Viyana’daki büyük akıl hastanesi) kitle katili” olarak çağrılıyordu. Naziler acısız ölüm programını başlattığı zaman bütün ipleri eline almış ve kendisine verilen işte öylesine fanatikleşmişti ki, tek bir psikotiğin bile gaz odasından kaçmamasına çalışmıştı. Savaştan sonra Viyana’ya döndüğüm zaman, Dr. J’ye ne olduğunu sordum. “Steinhofun tecrit hücrelerinden birisinde Ruslar tarafından tutuklandı,” dediler. “Ama ertesi gün hücresinin kapısı açık bulunmuş ve Dr. J bir daha görülmemiş.” Daha sonra, diğerleri gibi ben de, Dr. J’nin, yoldaşlarının yardımıyla Güney Amerika’ya kaçtığına inandım. Ancak yakın bir tarihte, ilk önce Sibirya’da daha sonra Moskova’daki ünlü Lubianka Cezaevi’nde olmak üzere Demir Perde’nin arkasında uzun süre tutuklu kalan eski bir Avusturyalı diplomat bana geldi. Nörolojik muayenesini yaparken, ansızın Dr. J’yi tanıyıp tanımadığımı sordu. “Evet” yanıtım vermem üzerine devam etti: “Onu Lubianka’da tanıdım, orada kırk yaşında böbrek kanserinden öldü. Ama ölmeden önce, hayal edebileceğin en iyi yoldaş olduğunu kanıtladı! Herkese teselli verdi. Düşünülebilecek en yüksek ahlâk standardına uygun yaşadı. Cezaevindeki uzun yıllarım boyunca tanıdığım en iyi dosttu!” işte “Steinhofun kitle katili” Dr. J’nin öyküsü bu. İnsanın davranışlarını nasıl tahmin edebiliriz? Bir makinenin, bir robotun hareketlerini öngörebilir, bunun ötesinde insan ruhunun mekanizmalarını ya da “dinamik güçlerim” tahmin etmeye de çalışabiliriz. Ama insan ruhtan öte bir şeydir. Ne var ki özgürlük son söz değildir, özgürlük sadece öykünün bir bölümü ve gerçeğin yarısıdır, özgürlük, olumlu yanı sorumluluk olan olgunun tamamının negatif yarımdan başka bir şey değildir. Aslına bakılacak olursa, sorumluluk terimiyle yaşanmadığı sürece, özgürlük yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır. İşte bu nedenle Doğu Yakası’ndaki Özgürlük Anıtına, Batı Yakası’ndaki Sorumluluk Anıtı’nın eklenmesini öneriyorum.
PSİKİYATRİK PAROLA
Bir insanı, ona en küçük bir özgürlük kırıntısı bırakmayacak şekilde koşullandıracak hiçbir şey yoktur. Bu nedenle, ne kadar sınırlı olursa olsun, nevrotik, hatta psikotik vakalarda’ bile insana bir parça özgürlük kalır. Gerçekten de, hastanın en derinlerdeki çekirdeğine psikoz bile dokunamaz. İyileştirilmesi olanaksız psikotik bir birey, yararlılığım kaybedebilir, ancak insan olma onurunu koruyacaktır. Benim psikiyatrik parolam bu. Bu olmaksızın, psikiyatriyi, üzerinde çalışılacak bir alan olmaya değer bulmazdım. Kimin uğruna? Onarılmayacak kadar hasarlı bir beyin makinesinin uğruna mı? Hasta kesinlikle bundan öte bir şey olmasaydı, acısız ölüm programı haklılık kazanırdı.
PSİKİYATRİNİN YENİDEN İNSANİ KILINMASI
Uzunca bir süredir —aslında yarım yüzyıldır— psikiyatrı, insan zihnini sadece bir mekanizma olarak, ruh hastalığının tedavisinide sadece bir tekniğin terimleriyle yorumlamaya çalıştı. Şimdi ufukta görünen ise, psikolojiyle yoğrulan bir tıp kavrayışı değil, insani kılman bir psikiyatridir. Ne var ki kendi rolünü temelde bir teknisyenin rolüyle yorumlayan bir doktorun, hastasında, hastalığın arkasındaki insanı görmek yerine, bir makineden başka bir şey görmediğini itiraf etmesi gerekir. İnsan, sıradan bir şey, bir nesne değildir; nesneler birbirini belirler ama insan nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır. Mevcut yetilerinin ve çevrenin sınırlan dahilinde, olduğu kişi neyse, onu kendinden yaratmıştır, örneğin toplama kamplarında, bu yaşayan laboratuvarda ve bu sınav alanında, yoldaşlarımızdan bazılarının domuz gibi, bazılarının da aziz gibi davrandıklarına tanık olduk. İnsanın içinde her iki potansiyel de vardır ve hangisinin gerçekleşeceği koşullara değil, kararlara bağlıdır.
Bizim kuşağımız gerçekçi bir kuşak, çünkü inşam gerçekte olduğu şekliyle tanımaya başladık. Her şey bir yana, insan, Auschwitz’in gaz odalarını icat eden varlıktır; ama dudaklarında duayla ya da Shema Yisrael ile gaz odalarına dimdik yürüyen varlık da insandır.
TRAJİK BİR İYİMSERLİK TARTIŞMASI
Birleşik Devletler’de logoterapi alanındaki öncü çalışmaları 1955 yılında başlatan ve alana paha içilmez katkılan olan Edith Weisskopf-Joelson’un anısına adanmıştır. “Trajik bir iyimserlikten ne anladığımızı soralım ilk önce kendimize. Kısaca bu, insan varoluşunun
(1) acı,
(2) suçluluk,
(3) ölümle tanımlanabilecek yanlarından oluşan ve logoterapide “trajik üçlü” adı verilen şeye karşın, insanın iyimser olduğu ve böyle kaldığı anlamına gelir. Aslında bu bölüm şu soruyu ortaya koymaktadır: Bütün olup bitenlere karşın yaşama evet demek nasıl olası olur? Soruyu başka terimlerle ortaya koyacak olursak, yaşam, trajik yanlarına karşın, potansiyel anlamım koruyabilir mi? Her şey bir yana, Almanca yayınlanan bir kitabımın adına kaynaklık eden bir deyişi kullanacak olursak, “her şeye karşı yaşama evet demek,” yaşamın, her koşulda, hatta en kötü koşullar altında bile potansiyel olarak var olduğunu varsayar. Bu da sonuç itibarıyla insanın, yaşamın olumsuz yanlarını olumlu ya da yapıcı şeylere dönüştürme yetisine sahip olduğunu varsayar. Başka bir deyişle belli bir durumda önemli olan, en iyisini yapmaktır. Ne var ki burada “en iyisi,” Latince’de optimum denilen şeydir. Dolayısıyla trajik bir iyimserlikten (optimism) söz etmemin nedeni budur. Yani trajedi karşısında ve olabilecek en iyi insan potansiyeli açısından iyimserlik, her zaman için, (1) acıyı bir insan başarısına dönüştürmeye (2) suçluluk hisseden kişinin, kendisini daha iyiye yönelik olarak değiştirme fırsatım kazanmasına ve (3) yaşamın geçiciliğinden, sorumlu bir tavır almaya yönelik girişim gücü kazanılmasına olanak vermektedir.
Ancak iyimserliğin emredilecek ya da ısmarlanacak bir şey olmadığını unutmamak gerek. İnsan kendini, her türlü olumsuzluğa, umuda karşı ayrım gözetmeksizin iyimser olmaya zorlayamaz bile. Ve umut için geçerli olan, inanç ve sevginin de emredilmemesi veya ısmarlanamaması açısından, üçlünün diğer iki bileşeni için de geçerlidir. Avrupalı için, kişiye tekrar tekrar “mutlu olmasının” emredilmesi, Amerikan kültürünün tipik bir Özelliğidir. Ama mutluluk aranmaz; ortaya çıkması gerekir, insanın, “mutlu olmak” için bir nedeni olmalıdır. Bu neden bulunduktan sonra mutluluk otomatik olarak gelir. Gördüğümüz gibi inşan, mutluluk arayışında değildir; belli bir durumda yapısal ve uykuda olan potansiyel anlamı gerçekleştirmek yoluyla mutlu olmak için neden aramaktadır. Bu neden ihtiyacı, insana özgü olan bir başka olguya -gülmeye- benzer. Birisinin gülmesini istiyorsanız, ona bir neden sunmanız, örneğin bir fıkra anlatmanız gerekir. Onu gülmeye zorlayarak ya da kendim zorlamasını sağlayarak, gerçek bir kahkaha yaratmak kesinlikle olanaksızdır. Bunu yapmak, fotoğraf makinesinin karşısında poz veren insanları gülümsemeye zorlamaya benzer; bu son durumda basılan fotoğrafta görülen tek şey, yapay gülücüklerle donmuş suratlardır.
Logoterapide bu tür bir davranış yapısına “aşın niyet” denilmektedir. Bu, soğukluk ya da iktidarsızlık gibi cinsel nevrozların nedenselliğinde önemli bir rol oynamaktadır. Hasta, kendini unutmak yerine, doğrudan orgazma, yani cinsel hazza ulaşmaya ne kadar çok çaba gösterirse, bu cinsel haz arayışı da o kadar çok kendini engelleyici olur. Gerçekten de, “haz ilkesi” denilen şey daha çok bir neşe yok edicidir. Bir bireyin anlam arayışı başarılı olduktan sonra bu onu mutlu kılmakla kalmaz, ona, acıyla başa çıkabilecek bir yeti de kazandırır. Peki kişinin umutsuz anlam arayışı boşa çıktığı zaman ne olur? Bu, öldürücü bir durumla sonuçlanabilir. Örneğin, esir kampları ya da toplama kampları gibi aşırı ortamlarda bazen meydana gelen olayları anımsayalım. Amerikalı askerler tarafından anlatıldığı kadarıyla, ilk durumda “vazgeçmek” dedikleri bir davranış yapısı kristalleşmiştir. Toplama kamplarındaki davranış ise, sabahın saat beşinde kalkıp işe gitmeyi reddeden, bunun yerine barakada sidik ve dışkıyla ıslanmış samanların üzerinde yatan tutukluların davranışıdır. Hiçbir şey -ne uyanlar ne de tehditler- bu insanların fikrim değiştiremiyordu. Bunun yerine, ceplerinde sakladıkları bir sigarayı çıkarıp içmeye başlıyorlardı. Bunu gördüğümüz an, bu insanların kırk sekiz saat içinde öleceğini biliyorduk. Anlam yönelimi geri çekilmiş ve sonuç olarak anlık haz arayışı duruma egemen olmuştur. Bu, gün be gün karşımıza çıkan bir başka duruma benzemiyor mu? Bununla, dünya çapında kendilerine “no future” (geleceksiz) kuşak adını veren gençleri düşünüyorum. Elbette sığındıkları şey sadece bir sigara değil, uyuşturucular. Aslına bakılırsa, uyuşturucu sahnesi çok daha genel bir kitle olgusunun, yani varoluşsal ihtiyaçlarımızın engellenmesinden kaynaklanan ve sonuç olarak endüstrileşmiş toplumlarda evrensel bir olguya dönüşen anlamsızlık duygusunun bir yanıdır. Bugün, anlamsızlık duygusunun nevrozların kökeninde giderek artan bir rol oynadığım öne sürenler sadece logoterapistler değildir. Stanford Üniversitesinden Irvin D. Yalom’un, Existential Psychotherapy (Varoluşçu Psikoterapi) adlı eserinde dediği gibi: “Psikiyatrik ayakta tedavi kliniğine başvuran kırk hastadan on ikisi (yüzde 30), anlamla ilgili (anketler, terapistler ya da bağımsız yorumcular tarafından değerlendirildiği kadarıyla) önemli sorunlardan şikâyetçiydi.”
Palo Alto’nun binlerce kilometre doğusunda durum sadece yüzde bir oranında fark etmektedir; ilgili en son istatistikler, Viyana’da nüfusun yüzde yirmi dokuzunun, yaşamlarında anlam olmadığından şikâyetçi olduğunu göstermektedir. Anlamsızlık duygusunun nedenine gelince, aşın basitleştirme de olsa, insanların yaşamalarını sağlayacak çok şeyin bulunmasına karşın, uğruna yaşayacakları bir şeyin olmadığı söylenebilir; insanlar araçlara sahip, ama amaçları yok. Elbette bazılarının araçları bile yok. özellikle bugün işsiz olan insan kitlesini söz konusu ediyorum. Elli yıl önce, “işsizlik nevrozu” dediğim şeyden şikâyetçi genç hastalarda gözlediğim özel bir tür depresyona ilişkin bir araştırma yayımlamıştım. Bu araştırmada, nevrozun gerçekten de ikili bir hatalı özdeşleşmeden kaynaklandığım gösterebilmiştim: İşsiz olmak, yararsız olmakla eşleştiriliyordu, yararsız olmak ise anlamsız bir yaşam sürmekle. Sonuç olarak hastalan, gençlik dernekleri, kamu kütüphaneleri ve benzen işlerde gönüllü çalışma konusunda ikna etmeyi başardığımda, bolca sahip oldukları boş zamanlarım ücretsiz, ancak anlamlı bir uğraşla doldurmaya başladıkları an, ekonomik durumlarının değişmemesine ve duydukları açlığın aynı olmasına karşın, yaşadıkları depresyon ortadan kalkıyordu. Bundan çıkan gerçek, insanın sadece refahla yaşamadığıdır. Sosyo-ekonomik durum tarafından tetiklenen işsizlik nevrozunun yanı sıra, duruma göre psikodinamik ya da biyokimyasal koşullara bağlanabilecek başka depresyon türleri de vardır. Buna uygun olarak, sırayla psikoterapi ve farmakoterapi (ilaçla tedavi) önerilmektedir. Ancak anlamsızlık duygusundan bahsediyorsak, bunun bir hastalık (patoloji) konusu olmadığını gözden kaçırmamamız ve unutmamamız gerekir; anlamsızlık duygusu, bir nevrozun belirtisi ve semptomu olmaktan çok, insan olmanın bir kanıtıdır diyebilirim. Ama patolojik bir şeyden kaynaklanmamasına karşın, anlamsızlık duygusu patolojik (hastalıklı) bir tepkiye neden olabilir; başka bir deyişle potansiyel olarak patojeniktir (hastalık yapıcı). Genç kuşakta böylesine yaygın olan kitle nevrozu sendromunu bir düşünün: Bu sendromun bu üç yanının -depresyon, saldırganlık ve uyuşturucu vb. alışkanlığı- üzerinde ayrıntılarıyla durmayacağım. Benzetme yapacak olursak, bir filmi ele alalım: Bir film, binlerce bağımsız görüntüden oluşur, bunlardan her biri bir şey ifade eder ve bir anlam taşır; yine de son karesine gelinmedikçe filmin tamamının anlamı ortaya çıkmaz. Ne var ki ilk önce bileşenlerden, bağımsız görüntülerden her birini anlamaksızın da filmin tamamım anlayamayız. Aynı şey yaşam için de geçerli değil mi? Yaşamın nihai anlamı da, eğer böyle bir şey varsa, en sonunda, ölümün eşiğinde ortaya çıkmıyor mu? Ve bu nihai anlam da, her bir durumun potansiyel anlamının, ilgili bireyin bilgisi ve inancının elverdiği ölçüde en iyi şekilde gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğine bağlı değil mi?
Logoterapi açısından bakıldığında, anlamın ve algılanışının, ayakları havada olmadığı, tamamen yere bastığı bir gerçek. Bu arada, anlamın -somut bir durumun kişisel anlamının- kavranışım, Kari Bühler’le Max Wertheimer’in teorileri arasına yerleştirmek isterim. Anlamın algılanışı, klasik Gestalt algı kavramından farklıdır; öyle ki sonuncusu, bir “zemindeki” bir “figürün” ansızın algılanışını ifade ederken, gördüğüm kadarıyla anlamın algılanışı, çok daha özel olarak, gerçekliğin zeminine (fonuna) karşı bir olasılığın farkına varılmasına ya da daha açık sözcüklerle ortaya konacak olursa, belli bir durum için yapılabilecek olan şeyin farkına varılmasına indirgenir. Peki bir insan nasıl olur da anlamı keşfetmeye başlar? Charlotte Bühler’in de ifade ettiği gibi. “Yapabileceğimiz tek şey, nihai olarak insan yaşamının anlamının ne olduğuna ilişkin sorularının yanıtlarını bulmuş gibi görünen insanlarla, bulamayan insanların yaşamlarını araştırmaktır.” Bu tür bir yaklaşıma ek olarak, biyolojik bir yaklaşıma da girişebiliriz. Logoterapi, bilinci, belli bir yaşam durumunda ihtiyaç duyulduğunda takip etmemiz gereken yönü gösteren bir yönlendirici olarak değerlendirir. Bu işi yürütmek için bilmem, kişinin karşı karşıya bulunduğu duruma bir ölçüm cetveli uygulaması ve bu durumun da değerler hiyerarşisinin ışığı altında bir ölçütler dizisine bağlı olarak değerlendirilmesi gerekir. Ne var ki bu değerleri, bilinç düzeyinde alıp benimseyemeyiz; bunlar, olduğumuz bir şeydir. Bu değerler, türümüzün evrim akışı içinde kristalleşmiştir, temelleri biyolojik geçmişimiz ve kökleri de biyolojik derinliğimizdir. Biyolojik bir a priori kavramı geliştirirken Konrad Lorenz de benzer bir şey düşünmüş olmalı; son zamanlarda, değer kazanma sürecinin biyolojik temeline ilişkin kendi görüşümü onunla tartışırken, bana katıldığım heyecanla ifade etti. Ne olursa olsun, eğer düşünce öncesi aksiolojik bir kendini anlama varsa, bunun, biyolojik kalıtımımıza demirlenmiş olduğunu varsayabiliriz.
Logoterapinin de ortaya koyduğu gibi, kişinin yaşamda bir anlama ulaşmasının üç temel yolu vardır. Bunlardan ilki bir eser yaratmak ya da bir iş yapmaktır.
İkincisi bir şey yaşamak ya da bir insanla etkileşime girmektir; başka bir deyişle sadece işte değil, sevgide de anlam bulunabilir. Bu bağlamda Edith Weisskopf- Joelson, “Yaşantının da başanya ulaşmak kadar değerli olabildiği yolundaki logoterapi görüşünün tedavi edici olduğunu, çünkü sadece dışsal başan üzerindeki tek yanlı vurgulamayı telafi ettiğini”gözlemiştir.
Ancak daha önemlisi, yaşamdaki anlama giden üçüncü yoldur: Değiştiremeyeceği bir kaderle yüz yüze gelen umutsuz bir durumun çaresiz kurbanı bile kendini aşabilir ve böylece kendini değiştirebilir. Kişisel bir trajediyi bir zafere dönüştürebilir.
“Acının Anlamı” başlıklı bölümde de anıldığı gibi, logoterapinin, “Acı çeken ve bundan kurtulması olanaksız olan bir insana, bu acıyı alçaltıcı bulduğu için mutsuz olmakla kalmayıp, mutsuzluğundan ötürü bir de utanmak yerine, çektiği acıyla gurur duyması ve bunu onur verici bir şey olarak değerlendirmesi için pek fırsat tanımayan günümüz Amerikan kültüründeki bazı sağlıksız eğilimlerin dengelenmesine yardım edebileceği” umudunu dile getiren Edith Weisskopf-Joelson olmuştur. Yirmi beş yıl süreyle genel bir hastanenin nöroloji bölümünde çalıştım ve hastalarımın, yaşadıkları zorlukları başarıya dönüştürme yetilerine tanıklık ettim. Bu pratik deneyimlere ek olarak, insanın acıda da anlam bulabileceği olasılığım destekleyen deneysel veriler de mevcuttur. Yale Üniversitesi Tıp Fakültesindeki araştırmacılar, “Tutsaklıklarının olağandışı ölçüde stresli -işkenceyle, hastalıkla, yetersiz beslenme ve tecride dolu- olmasına karşın bundan yararlandıklarını açıkça öne süren Vietnam Savaşı tutsaklarının sayısından etkilenmişlerdir.”
Ama “trajik bir iyimserlik” lehine olan en güçlü tartışmalar, Latincede argumenta ad hominem denilen tartışmalardır.
(Ad hominem (/æd ˈhɒmənəm –ˌnɛm, ɑd‐/) ya da argumentum ad hominem, kalıplaşmış bir Latince deyimdir. Bir reaksiyonun, belirli bir kişinin herhangi bir konudaki duruşu yerine şahsına yöneltilmesidir.[1] Örneğin bir argümana cevap verirken, argümanı eleştirmekten ziyade, argümanı ortaya atan kişinin alakasız bir özelliğini gündeme getirerek fikirlerini çürütmeye çalışmaktır. Önerme yerine, önerme yapan kişi tartışma konusu edilerek iddialara karşı çıkmak suretiyle yapılır. Ad hominem, mantıksal bir safsata kabul edilir.)
Bir örnek vermek gerekirse Jerry Long, logoterapide “insan ruhunun asi gücü” denilen şeyin yaşanan bir tanığıdır. Texarkana Gazette’den alıntı yapacak olursak, “Jerry Long: Üç yıl önce geçirdiği bir dalış kazasından beri boynundan aşağısı felçli Kaza geçirdiğinde 17 yaşındaydı. Bugün Long, ağız çubuğunu yazı yazmak için kullanabiliyor, özel bir telefon aracılığıyla. Community Gollege’de verilen iki derse ‘devam ediyor.’ Telefon bağlantısı Long’un hem sınıftaki tartışmaları dinlemesine, hem de bunlara katılmasına olanak veriyor. Ayrıca boş zamanlarını okuyarak, televizyon izleyerek ve yazarak geçiriyor.” Long’dan aldığım bir mektupta şöyle yazıyor: “Yaşamımı anlamla ve amaçla dopdolu görüyorum. Kaderimi belirleyen o gün benimsediğim tutum, yaşam parolam oldu: Belimi kırdı ama beni kıramadı. Fakültedeki ilk psikoloji dersime kayıt yaptırdım. Sakatlığımın, başkalarına yardım etme becerimi geliştireceğine inanıyorum. Çektiğim acılar olmaksızın, ulaştığım gelişim düzeyinin olanaksız olacağım biliyorum.”
Bu, anlamın keşfedilmesi için acının vazgeçilmez olduğu anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. Ben sadece, bu kitabın ikinci bölümünde de belirtildiği gibi, acının kaçınılmaz olması koşuluyla acıya karşın -hatta acı vasıtasıyla- anlam bulunabileceğini vurgulamak istiyorum. Eğer acıdan kaçınılabiliyorsa, yapılacak anlamlı şey nedenini ortadan kaldırmaktır, çünkü gereksiz vere acı çekmek, kahramanca değil, mazoşistçe bir tutumdur öte yandan eğer kişi acı çekmesine neden olan durumu değiştiremiyorsa , buna karşın tutumunu belirleyebilir. Boynunu kırmayı Long kendisi seçmedi, ama başına gelen şeyin belini bükmesine göz yummamaya kendisi karar verdi. Görüldüğü üzere öncelik, acı çekmemize neden olan durumu yaratıcı bir şekilde değiştirmekte yatmaktadır. Ama üstünlük, gerektiği takdirde “acı çekmesini bilmektir.” Ve kelimenin tam anlamıyla “sokaktaki insanın” da aynı görüşte olduğunu gösteren gözlem mahsulü bulgular söz konusudur. Avusturyalı kamuoyu araştırmacıları son günlerde, en çok saygı duyulan insanların, büyük sanatçılar, ünlü bilimciler, büyük devlet adamları ya da sporcular değil, yaşadıkları kötü kaderin efendisi olmayı başaran insanlar olduğunu göstermiştir. Trajik üçlünün ikinci yanına, yani suçluluk kavramına geçerken, bana her zaman çekici gelen dinsel bir kavramdan uzaklaşmak istiyorum. Anlayabildiğim kadarıyla, biyolojik, psikolojik ve/veya sosyolojik etkenlere tam olarak götürülmediği sürece son çözümlemede bir suçun açıklamasız kaldığı anlamına gelen mysterium iniquitatis denilen şeyi söz konusu ediyorum. Bir insanın suçunu tam olarak açıklamak, suçunu ortadan kaldırmaya ve kişiyi özgür ve sorumlu bir insan olarak değil, onarılması gereken bir makine olarak görmeye eşdeğer olacaktır. Suçluların kendileri bile bu tutumdan tiksinmekte ve yaptıklarından sorumlu tutulmayı tercih etmektedir. İllinois’teki bir ıslahevinde yatmakta olan bir mahkûmdan aldığım kınama mektubunda şöyle yazıyordu: “Suçluya hiçbir zaman kendini anlatma fırsatı verilmiyor, önüne, tercih yapacağı çeşitli bahaneler konuluyor Toplum suçlanıyor ve birçok olayda kabahat kurbanda aranıyor.” Ayrıca, San Quentin’deki tutuklulara hitaben yaptığım bir konuşmada, “Sizler de benim gibi insansınız ve bu nedenle suç işleme, suçlu olma özgürlüğünüz vardı. Ne var ki şimdi de suçluluğunuzun üstüne çıkarak, kendinizi aşarak, daha iyiye doğru değişerek, suçlu oluşunuzun üstesinden gelmekle sorumlusunuz,” demiştim. Anlamışlardı. Ve eski bir tutuklu olan Frank E.W.’den aldığım bir mektupta, “Ağır suçluların bulunduğu bir logoterapi grubuna katıldım. 27 kişiyiz ve yeni gelenler, başlangıçtaki grubun desteğiyle cezaevinden uzak duruyor. Sadece birisi cezaevine döndü, o da şimdi serbest,” diye yazıyor. Ortak suç kavramı konusunda kişisel olarak, bir insanı başka bir insanın ya da bir grubun davranışlarından sorumlu tutmanın hiçbir haklı temeli olmadığını düşünüyorum. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, ortak suç kavramına karşı kamuoyunda tanışmaktan usanmadım. Ne var ki bazen insanları batıl inançlarından kurtarmak için birçok öğretici hile gerekmektedir Amerikalı bir kadın, “Nasıl oluyor da hâlâ kitaplarınızdan bazılarını. Adolf Hitler’in dili olan Almanca’da yazabiliyorsunuz?” diyerek bana sitem etti. Karşılık olarak, mutfağında bıçak olup olmadığını sordum, “Evet” yanıtını alınca, ürkmüş, şok olmuş gibi yapıp bağırdım: “Onca katil, kurbanlarının kamını deşip öldürmek için kullandıktan sonra nasıl hâlâ bıçak kullanabiliyorsunuz?” Sonuç olarak Almanca kitap yazmama itiraz etmeyi bıraktı. Trajik üçlünün üçüncü yanı ölümle ilgilidir. Ama aynı zamanda yaşamla da ilgilidir, çünkü yaşamı oluşturan anların hepsi ölmektedir, yaşanan bir an asla geri gelmeyecektir. Yaşamımızın her anını olabilecek en iyi şekilde değerlendirmemizi anımsatan da bu geçicilik değil mi? Elbette öyle; dolayısıyla benim vazgeçilmez ilkeme kaynaklık eden de bu: İkinci defa yaşıyormuşçasına ve ilk kez şimdi yapmak üzere olduğunuz gibi hatalı hareket etmişçesine yaşayın. Aslında, uygun davranışta bulunma fırsatları, bir anlam bulma potansiyelleri, yaşamımızın geri döndürülemez oluşu tarafından etkilenmektedir. Ama ayrıca potansiyeller de bu şekilde etkilenmektedir. Çünkü bir fırsatı kullandığımız ve potansiyel bir anlamı gerçekleştirdiğimiz zaman, sonsuza dek yapmış oluruz, geri dönüşü olmaz. Bu anlamı bulup geçmişte tutarak, onu orada emin bir şekilde saklarız. Geçmişteki hiçbir şey tekrar erişilmeyecek şekilde kaybedilmez, tersine, her şey geri dönülmez bir şekilde saklanır. Elbette insanlar sadece geçiciliğin anız tarlasını dikkate almaya, ama yaşamlarının hasadım doldurdukları geçmişin zahire ambarını -yapılan işler, sevgiler ve bir bu kadar önemlisi, cesurca ve onurla yaşanan acılar- görmezlikten gelmeye eğilim göstermektedir.
Bundan dolayı, yaşlı insanlara acımak için ortada hiçbir neden olmadığı anlaşılabilir. Bunun yerine, gençlerin onlara imrenmesi gerekir. Yaşlıların gelecekte hiçbir fırsatı, olasılığı olmadığı doğrudur. Ama onlar, bundan fazlasına sahiptirler. Gelecekteki olasılıklar yerine, geçmişin gerçeklikleri -gerçekleştirdikleri potansiyeller, buldukları anlamlar, değerler- var ve hiç kimse ve hiçbir şey bu değerleri geçmişten koparamaz. Acıda anlam bulma olasılığı açısından, yaşamın anlamı, en azından potansiyel olarak koşulsuzdur. Ne var ki bu koşulsuz anlamla, her insanın koşulsuz değeri atbaşı gitmektedir. Bu, insan onuruna silinmez özelliğini kazandıran şeydir. Tıpkı yaşamın, en acınası olanlar da dahil her koşulda potansiyel olarak anlamlı kalması gibi, her bireyin değeri de onunla kalır ve bunun nedeni de geçmişte söz konusu kişinin gerçekleştirdiği değerlere dayanır ve bugün koruduğu ya da koruyamadığı yararlılığa bağlı değildir.
Daha özele indirgemek gerekirse, bu yararlılık, genellikle toplum yararına işliyor olma terimiyle tanımlanır. Ama bugünün toplumu başarı yönelimli oluşuyla tanımlanmaktadır ve sonuçta başarılı ve mutlu insanlara, özellikle de gençlere büyük değer vermektedir. Böyle olmayan herkesin değerim özünde görmezlikten gelir ve bunu yaparken de onurlu olma anlamındaki değerli olma ile yararlılık anlamındaki değerli olma arasındaki belirleyici farkı bulanıklaştırır. Kişi bu farkın bilincinde olmadığı ve bireyin değerinin sadece o andaki yararlılığına bağlı olduğunu savunduğu takdirde, inanın, Hitler’in programıyla paralellik içinde acısız ölüm programım, yani, yaşlılık, hastalık, sakatlık, ruh hastalığı vb. nedenlerden ötürü toplumsal yararlılığım kaybedenlerin “acı çekmeden” öldürülmesini savunmamasını, sadece söz konusu insanın kişisel tutarsızlığına borçlu oluruz. İnsan onuruyla yalın yararlılığın birbirine karıştırılması, sonuçta birçok akademiye ve birçok analitik literatüre geçmiş olan çağdaş nihilizme bağlanabilecek bir kavram karışıklığından kaynaklanmaktadır. Analist eğitim merkezlerinde bile bu tür bir aşılama olabilmektedir. Nihilizm, hiçbir şey olmadığını söylemez, ancak her şeyin anlamsız olduğunu savunur. George A. Sargent, “öğrenilen anlamsızlık” kavramını ortaya atmakta haklıydı. Kendisi de “George, dünyanın bir şaka olduğunu anlamalısın. Adalet diye bir şey yoktur, her şey rastlantıdır. Ancak bunu kavradığın zaman kendim ciddiye almanın ne kadar aptalca olduğunu anlayacaksın. Evrende büyük amaç diye bir şey yok. Evren sadece evrendir. Bugün ne yapacağın konusunda verdiğin kararda özel bir anlam yok,” diyen bir terapisti anımsıyor. Böyle bir eleştirinin genelleştirilmemesi gerekir. Kural olarak eğitim vazgeçilmezdir, ama eğer böyleyse, terapistlerin, stajyerlere, kendi nihilizmlerine karşı oluşturdukları bir savunma mekanizması olan inançsızlık (sinizm) aşılamak yerine, onları nihilizme karşı bağışıklık kazandırmaya çalışmaları gerekir. Logoterapi, diğer psikoterapi okulları tarafından getirilen bazı stajyerlik ve lisans koşullarına da uygunluk sağlayabilir. Başka bir deyişle, gerektiği takdirde insan kurtlarla bir olup uluyabilir, ama bunu yaparken, kurt kılığında kuzu olması gerekir. Logoterapinin insan kavramından ve yaşam felsefesi ilkelerinden ayrılması gerekmez. EJjsabeth S. Lukas’ın da “Psikoterapinin tarihi boyunca, logoterapi kadar dogmadan uzak bir okul olmamıştır,” sözleriyle dikkati çektiği gerçek açısından, böyle bir bağlılığı sürdürmek zor değildir. Birinci Dünya Logoterapi Kongresinde (San Diego, California, Kasım 6-8,1980), gerek psikoterapinin yeniden insani hale getirilmesi, gerekse “logoterapinin hocalık kavramından arındırılması konuları üzerinde durmuştum. İstediğimiz şey, sadece “ustalarının sesini” taklit eden papağanlar yetiştirmek değil, meşaleyi “bağımsız, yaratıcı ve yenilikçi ruhlara” teslim etmektir.
Sigmund Freud bir keresinde “Birbirinden son derece farklı bir dizi inanı aynı şekilde açlığa terk edin. Kaçınılmaz açlık dürtüsünün artışıyla birlikte, bütün bireysel farklılıklar bulanıklaşacak ve bunun yerine doyurulmamış bir güdünün tekbiçimli dışavurumu görülecektir,” demişti. Şükürler olsun ki Sigmund Freud toplama kamplarım içerden tanımaktan kurtuldu. Onun hastaları, Auschwitz’deki kuru tahtaların üzerine değil, Victoryen kültürün pelüş tara sedirlerine uzanıyordu. Toplama kamplarında “bireysel farklar bulanıklaşmıyordu,” tam tersine daha bir farklılaşıyordu; orada insanların, hem domuzların hem de azizlerin maskeleri iniyordu. Artık “aziz” sözcüğünü kullanmakta tereddüt etmeniz gerekmiyor: Auschwitz’de önce aç bırakılan, sonra da karbonik asit enjeksiyonuyla öldürülen ve 1983 yılında kilise tarafından kutsanarak aziz ilan edilen Peder Maximilian Kolbe’yi düşünün.
Beni, kural olmaktan çok istisna olan örnekler vermekle suçlamaya yatkın olabilirsiniz. “’Sed omnia praeclara tam difficilia quam rara sunt” (“ama büyük olan her şey ender bulunduğu gibi kavranması da zordur”) diye yazıyor Spinoza, Etika’nın son cümlesinde. “Azizleri” anmaya gerçekten ihtiyacımız olup olmadığını elbette sorabilirsiniz. Sadece onurlu insanları anmak yeterli olmaz mı? Bu insanların azınlık olduğu doğrudur. Dahası, hep azınlık olarak kalacaklar. Ama ben burada, azınlığa katılmaya yönelik bir çağrı olduğunu anlıyorum. Çünkü dünya kötü bir durumda ve her birimiz elinden geleni yapmadığı sürece her şey daha da kötüye gidecek. Bu nedenle uyanık olalım; iki anlamda uyanık olalım: Auschwitz’den bu yana insanın ne yapabileceğini biliyoruz. Hiroşima’dan bu yana da neyin tehlikede olduğunu biliyoruz.
Viktor E. Frankl – İnsanın Anlam Arayışı
İngilizce’den Çeviren: Selçuk Budak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder