20 Şubat 2023 Pazartesi

Yabanın fethi - Thoreau





DAVID HENRY THOREAU, Temmuz 1817’de Massachusetts eyaletine bağlı küçük bir kasaba olan Concord’da, bir kurşunkalem imalatçısının üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelir. Harvard Üniversitesi’nden mezun olur olmaz devlet lisesinde ders vermeye başlar, ancak hem öğrencilerine fiziksel ceza vermeyi reddettiği hem de dersleri sınıfla uzun yürüyüşler yaparken vermeyi yeğlediği için iki hafta sonra istifa eder. Ailesinin kurşunkalem fabrikasına döner. 1837’de isimlerinin yerlerini değiştirir (bundan böyle Henry David olarak anılacaktır) ve ölene kadar tutacağı günlüğünü yazmaya koyulur.


1838’de erkek kardeşiyle birlikte bir özel okul açar ama bu girişim kısa ömürlü olur. Çok geçmeden Emersonlar’ın evinde kahya olarak çalışmaya başlar, The Dial’da şiirleri ve denemeleri yayımlanır, şehirde sık sık uğradığı transandantalizm derneğinin dergi çıkarmasına yardım eder. Bir ara Emerson’ın yeğenlerine özel ders vermek üzere Concord’dan ayrılıp New York eyaletindeki Staten Island’a gider ama orada da ancak bir sene kalır. Mart 1845’te, Emerson’ın Walden Gölü yakınlarındaki arazisinde bir kulübe inşa etmeye başlar kendine. Onun felsefi icraatı olacaktır bu. Gölün kıyısında, ağaçların arasında kendi yağıyla kavrularak iki seneden fazla yaşar. Toprağı beller, etrafta dolaşır, okur, yazar. Meksika Amerika Savaşı’nı ve hükümetin köleliği kaldırmamasını protesto etmek amacıyla vergi ödemeyi reddettiği için Temmuz 1846’da kulübesinde tutuklanıp hapse atılır. Bu deneyimin sonucunda büyük ve tesirli bir siyasi yapıt olan Sivil İtaatsizlik’i kaleme alacaktır. Thoreau, bir hayırseverin -onun isteği dışında vergi borcunu ödemesi üzerine ertesi gün hapisten çıkar.


Temmuz 1847’de Walden’ı terk edip bir sene Emersonlar’ın yanında kalır, sonra ailesinin evine döner ve topograf olarak çalışır. Quebec, New Hampshire ve White Mountains’a yerli kabilelerle tanışmasına vesile olan seyahatler yapar. Köleliğe karşı savaşır. Kırk dört yaşında tüberkülozdan ölen Thoreau, aralarında ormanda geçirdiği iki seneyi anlattığı büyüleyici Walden’ın ve yürümek üzerine ilk felsefe kitabı olan Yürümek’in bulunduğu büyüleyici bir külliyat bırakır ardında.


On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında yaşayan Thoreau, çok geçmeden topyekün kapitalizme ve endüstriyel sömürüye (hem işçi hem de kaynak sömürüsü) evrilecek olan büyük ölçekli kitlesel üretim çağının başlangıcına tanıklık eder. Kâr takıntısının yaratacağı rekabeti ve bundan böyle sadece servet madeni olarak görülecek doğanın yağmalanışını öngörür. Sınırsız servete duyulan büyük iştah ve doğal kaynakların şuursuzca sermayeleştirilmesi karşısında Thoreau bir yeni ekonomi önerir.


Yeni ekonominin ilkesi basittir. Herhangi bir eylemin ne kazandıracağı değil, bu eylemin gerçek hayattan neyi alıp götüreceği sorulmalıdır.


Bir şeyin maliyeti aslında, ister derhal ister uzun vadede olsun, hayatta neye mal olduğuyla ölçülür.*


*(Henry David Thoreau, VValden (Or Life in the Woods), Wİlder Publications, Radford, VA, 2008. [Türkçesi: Walden – Ormanda Yaşam, çev. Aykut Örküp, Zeplin Kitap, İstanbul, 2014.])


Aynı zamanda kârı faydadan ayırmaya yarayan bir yoldur bu. Ormanda çıkılan uzun bir yürüyüşten ne kâr elde edilir? Hiç. Satılabilecek hiçbir şey üretilmemiş, topluma hiçbir fayda sunulmamıştır. Bu açıdan bakıldığında yürüyüş, işe yaramaz ve beyhude bir eylemdir. Geleneksel ekonomi dilinde bu, heba edilmiş, servetin üretilmediği kayıp zamandır. Halbuki yaşamım için bana sağladığı fayda -sırf içsel nedenlerle de değil- nereden bakılırsa bakılsın muazzamdır. Yürüyüş sırasında insanı serseme çeviren dünyalık dertlerin kuşatmasından kurtulur ve aklım zevzeklerin bıkkınlık verici boşboğazlıklarından azat, kendime kulak verebilirim. Tüm gün kendi kendimin sermayesi olurum. Ya dinleyerek ya da düşüncelere dalarak geçirdiğim sadece bana ait bir zaman. Doğa bütün cömertliğiyle renklerini öylece bana sunar. Yalnızca bana. Yürümek bütün duyularımı açar ve varoluşu tüm detaylarıyla hissederim. Bunlar bize bir şeyi ifade ediyor. Yürümek insana kâr değil fayda sağlar, hem de fazlasıyla. Kârla fayda arasındaki fark, kâr getiren eylemleri benim yerime bir başkasının da yapabilecek olmasıdır. Ve gerçekte de kâr getiren eylemler zaten başkaları tarafından da yapılabilir olagelmiştir. Rekabet ilkesinin yarattığı sabit bir gerçektir bu. Öte yandan, benim için faydalı olan şey tavırlara, davranışlara, yaşamımın başkasına kati surette devredemeyeceğim anlarına bağlıdır.


Thoreau bir mektubunda, kendiniz için saptadığınız herhangi bir eylemi tartabilmek için şu soruyu sormanızı tembihler: “Bunu benim yerime başkası da yapabilir mi?” Cevabınız evetse, o fikri bırakın, tabii hayati önem taşımıyorsa. Derinlemesine yaşamak, işte bunu bizim yerimize kimse yapamaz. İş için yerimizi başkasına verebiliriz ama yürümek için değil. En büyük fark budur işte.


Eğer ben ben değilsem, kim benim yerimde olacak?*


*(Henry David Thoreau, The Journal of Henry David Thoreau (1837-1861), NYRB Clas-sics. New York. 2009.)



Thoreau’da çarpıcı olan, savının içeriği değildir. Ne de olsa antik çağlarda âlimler ruhani zenginliklerden yana tavır alarak dünyevi hâzineleri küçümsediklerini çoktan ilan etmiş, bir insanın zenginliğinin hiçbir eksiği bulunmadığını hissetmesine bağlı olduğunu dillendirmişlerdir. Asıl etkileyici olan savının biçimidir. Thoreau’da kemikleşmiş bir hesap takıntısı vardır. Sırf nitelik adına, ekonomik nicelik hesaplarını bir kenara atalım demez. Aksine hesaplamamızı, her zaman ölçüp tartmamızı savunur. Tam olarak ne kazanıyorum veya ne kaybediyorum? Daha çok para kazanmak adına sade bir yaşamdan neleri feda ediyorum? Zengin olmak zenginlere neye mal oluyor?


Çalışmaya, endişelenmeye, hep tetikte olmaya ve hiçbir zaman oluruna bırakmamaya mı? Thoreau bir çatıya, duvarlara, bir yatağa ve sandalyelere ihtiyacımız olduğunu kabul eder ama tam olarak hangi çatı, hangi eşyalardır bunlar? Eğer yaldızlı kapı kolları olan çok büyük bir ev istiyorsanız, bunun için senelerce çalışmanız ve hava durumunu ya da gökyüzünün rengini unutmanız gerekir. Böylece kimseye faydası dokunmayacak epey kâr elde edersiniz. Halbuki yalnızca sizi soğuktan koruyacak bir çatıya, sadece üç sandalyeye (birincisi oturmak, İkincisi arkadaşlık, üçüncüsü de topluluk için), bir yatağa ve üstünüze sereceğiniz sağlam bir battaniyeye sahip olmak çok para etmez, çok az emek ister (biraz el işçiliği, pirinçle takas etmek için fasulye yetiştirmek) ama getirisi çoktur: Kalan zamanda bedeninizi doyuracak uzun yürüyüşler yapabilir (günde üç, dört saat) ve doğanın ücretsiz gösterilerinin (hayvanlar, ormandaki ışık oyunları, gölün yüzeyindeki mavi tonları) tadına varabilirsiniz. Hesap işte bu ve görüyoruz ki oldukça yorucu.


Yaradılış haftasının aslında tam tersi: Sade bir yaşam için haftada bir gün çalışmak yeterli. Geriye kalan günlerde çalışmak işe yaramaz olanı, nafile olanı, lüks olanı kazanmak içindir ve ömür törpüsüdür.


“Evim,” der kesin hesaplar yapan Thoreau, “bana 28 dolardan biraz fazlasına mal olacaktır.”


Çalışmak sefalet ürettiği kadar servet üretir. Burada sefalet servetin zıttı değil, aksine eksiksiz tamamlayıcısıdır. Zengin, kendininkinden daha dolu olup olmadığını görmek için komşusunun tabağına göz dikerek tıkınır. Yoksulun payına da ziyafetin artıklarına tutunmak düşer. Hepsi aynı oyunu oynar, kazananlar ve kaybedenler vardır sadece. Thoreau’nun söz ettiği tutumluluk, hep daha fazlasına sahip olmak için kendilerine yabancılaşanların servetinin olduğu kadar sıfıra sıfır elde var sıfırı kazanmak için helak olanların sefaletinin de karşıtıdır. Sisteme karşıttır bu tutumluluk; mevzubahis oyuna katılmamaktır. Paraya tutunmak, kemer sıkarak tasarruf yapmak, harcama yapmaktan çekinmek değil, oyunun tamamen dışında olmak demektir.


Tercih edilmiş, bilinçli bir tutumluluktur bu. Tutumluluk tam olarak kanaatkarlık değildir. Kanaatkarlıkta aşırıya kaçma (aşırı yemek, aşırı zenginlik, aşırı mal, aşırı zevk) eğilimine direnme durumu söz konusudur. Kanaatkarlık zevkten aşırılığa yönelen eğilimi saptar. Kendini tutma, çoğu zarar azı karar meselesidir. Kanaatkarlıkta bir katılık, zevkleri hor görme ya da daha ziyade zevk korkusu vardır. Kanaatkar olmak koyvermenin reddi, kapılıp gitme korkusuyla aşırılıktan kaçınmaktır. Tutumluluksa sadeliğin doyurucu olduğunu, azla ve hiçbir şeyle yakalanan kusursuz hazzı keşfetmektir: su, bir meyve ve rüzgarın soluğu. “Ah! Soluduğumuz havayla sarhoş olabilmek,” diye yazar Thoreau.


Mal mülk edinip zengin olmanın bir sürü çaba gerektirdiğini söyleyerek, insanın günbegün deliler gibi didindiğini görmemizi ve çalışarak kendinden esirgediği onca şeyi düşünmemizi ister Thoreau. Hesaplamaya devam etmek gerekir; ona göre, an gelecek yürüyerek daha hızlı gidildiğini anlayacağızdır. Çünkü bir koşum takımına, bir arabaya sahip olmanın bedeli günlerce çalışmaktır. Arabayla bir günde katedeceğiniz mesafenin bedeli aylarca çalışmaktır. O hâlde yürüyün! Böylece gideceğiniz yere daha erken varır, üstüne üstlük gökyüzünün derinliğiyle ağaçların rengini de kazanırsınız.


Thoreau, “Gördüğümü kendimin kılarım,” diye yazar: Yürürken kış geceleri için renkli duygular ve güneşli anılar biriktirmek demektir bu. Gerçek hâzinemiz, gerçek mal varlığımız, edindiğimiz ve koruduğumuz temsiller toplamıdır.


Hayallerime dönüyorum hep. Dünya zenginliğinin sırtında taşınmış ebedi bir servet bu, dar günler için kenara konulacak bir şey.*


*(Henry David Thoreau, The Journal of Henry David Thoreau (1837-1861),NYRB Clas-sics, New York, 2009)


Fakat zenginliği elde etmek ondan kurtulmaktan daha kolaydır yine de. Zenginin ruhu kabuk bağlar, içine gömülür, maddi olana sürtünüp durmaktan nasır tutar; yoksulunsa kalbi bu zenginliklere sahip olamamanın getirdiği kıskançlık ve öfkeyle daralır. Konfordan yoksun kalmak -yumuşak bir kanepe yerine tahta bir sandalye, soğukta uyumanın acizliği, beş yüz metre yürüyünce bastıran yorgunluk- zengin insan için acı vericidir. Yoksul da refah arzusunun tutsağı olarak zenginliğe inanmaya devam eder.


Hayır, zenginliğin bedeli birçok insan için haddinden fazladır gerçekten. Thoreau, bu muazzam yürüyüşçü (her gün üç ila beş saat), büyük bir gezginden başka her şey oldu. Maine ormanlarına, Quebec’e, New Hampshire’a birkaç kısa gezinti yapmışsa da, hakkında bolca yazdığı ve onu asıl besleyen, Concord civarında elleri cebinde çıktığı yürüyüşlerdir. Küçük çaplı bir maceraperest olduğu düşünülebilir belki, ama gerçekte Thoreau bizi egzotizm tehlikesine karşı da uyarır. Uzaklara gidip, “orada” gördüklerini anlatmak için yürüyen pek çok insan vardır: ille de masal gibi rastlantılar, muhakkak efsanevi olaylar, hep görkemli manzaralar ve kesinlikle muhteşem yemekler. Hep bir gösteri hâline rastlanır; anlatıda, macerada mutlak bir abartı vardır. Ancak Thoreau’nun Walden’ı tüm gezi hikayelerinden daha büyüleyici gelebilir okura. Bu eserdeki dönüşümde abartılı maceraperestlerin cafcaflı destanlarını yavan kılan bir radikallik hissedilir. Yürümek için çok uzaklara gitmek gerekmediğini söyleyemeyiz genellikle. Yürümenin gerçek istikameti ötekilik (öteki dünyalar, öteki yüzler, öteki kültürler, öteki uygarlıklar) değil, uygar dünyaların kenarlarıdır. Yürümek kenara çekilmektir: Çalışanların kenarından, hız yapılan yolların kenarından, servet ve sefalet üretenlerin, sömürenlerin, emekçilerin kenarından, kış güneşinin solgun yumuşaklığını ve ilkbahar esintisinin tazeliğini hissetmekten daha önemli işleri olan ciddi insanların kenarından uzaklaşmaktır.


Yürümek hem doğruluk hem de gerçeklik meselesidir. Yürümek gerçekliği tecrübe etmektir; fiziki veya öznel anlamda gerçekliği değil, sağlamlığın gerçekliğini: dayanıklılık, direnme ilkesi. Yürümek her adımda yeryüzünün sağlam olduğunu kanıtlamaktır. Her adımda bedenimin ağırlığı destek bulup seker, yaylanır.


Her yerde sağlam bir zemin var. *


*(Henry David Thoreau, Walden (Or Life in the Woods), Wilder Publications, Radford, VA, 2008. [Türkçesi: Walden – Ormanda Yaşam, çev. Aykut Örküp, Zeplin Kitap, İstanbul, 2014.])


Tırmanışlarda adımı her zaman sağlam atmak gerekir. Bastığınız yeri, dirençli olup olmadığını anlamak için yokladığınız belli belirsiz bir an vardır hep. Dahası, havadaki ayağınızı yere basmadan önce bütün ağırlığınızı tek ayağınıza verirsiniz güvenle. Kara gömülen ayağınızın buza çarpabileceği karlı yollarda ya da bedeninizin sürekli kendini dengede tutmak ve ağırlığını yukarı kaldırmak zorunda olduğu taşlı veya kumlu kurak topraklarda bacaklar titrer. Aslında yürümez, dans eder insan. Toprağın yumuşaklığı güçsüzleştirir, tedirgin eder ayakları. Kaldırımlarsa aksine çok serttir; davullar gibi titreşir, adımın yarattığı sarsıntıyı alıp bedene geri gönderirler; halbuki toprak alıp yutar o sarsıntıyı. Asfaltlı yolların kusursuz düzgünlüğü sonunda sıkar ayakları; gerçeklik bu kadar tekdüze değildir


Kimileri okumaya ayırdıkları kadar zaman ayırır yazmaya. Emerson, Thoreau’nun yazmaya, yürümek kadar zaman ayırdığını hatırlatır. Kültürün ve kütüphanelerin tuzaklarından sıyrılmak için yapar bunu, çünkü öbür türlü, yazılan şey başkalarının yazılarıyla dolar. Yazmak sessiz, canlı bir deneyimin tanıklığı olmalıdır, başka bir kitabın yorumu, başka bir metnin açıklaması değil. Tanık kitap… fakat bayrak yarışlarında kullanılan bayrak anlamında*: “Bayrağı” diğerine aktarırız, o da koşmaya başlar. Böylece deneyimden doğan kitap deneyime sevk eder. Kitapların amacı yaşamayı öğretmek değil (ders verenlerin hüzünlü görevidir bu), içimizde yaşama, başka türlü yaşama isteği uyandırmaktır: kendi içimizde yaşama imkanını, yaşamın ilkesini bulmak. İki kitabın arasında yaşam sıkıcıdır (iki okumanın arası tekdüze, gündelik işlerle doludur), ama kitap farklı bir varoluş umudunu uyandırır. Kitaplar, gündelik yaşamın sıkıntısından kaçış değil, bir yaşamdan ötekine geçiş aracı olmalıdır.


*( Fransızca temoin kelimesinin birinci anlamı “tanık”, ikinci anlamıysa bayraklıkoşu yarışlarında kullanılan “bayrak”tır. -çn )


Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir.*


*(Henry David Thoreau, The Journal of Henry David Thoreau (1837-1861), NYRB Clas-sics, New York, 2009.)


Yazıya taşınması gereken gerçeklik işte budur; yere sağlam basan kuvvetli adımların ardından kağıda dökülen yazı. Çünkü aynı şekilde düşüncede de sadece yere sağlam basanı kabul görür. Sadece derinlemesine yaşanmış olanı yazmayı, deneyimi tek sağlam zemin olarak belirlemeyi kastediyorum burada


Gerçeklik diyebileceğimiz o sağlam zemine ve kayalara ayak basana ve hataya düşmeden “İşte bu,” diyebilene dek, Paris’ten Londra’ya, New York’tan Boston ve Concord’a kadar bütün dünyayı, kilise ve devleti, şiiri, felsefeyi ve dini kaplamış şu fikir, yargı, gelenek, yanılsama, görünüş balçığını delip geçelim.*


*(Henry David Thoreau, Walden (Or Life in the Woods), VVİlder Publications, Radford, VA, 2008. [Türkçesi: Walden – Ormanda Yaşam, çev. Aykut Örküp, Zeplin Kitap, İstanbul, 2014.] )


Yürürken hissedilen gerçeklik sadece toprağın sağlamlığını değil, kişinin yere ne kadar sağlam bastığını da test etmesidir ayrıca. Thoreau yürüyüşte söz konusu olanın aynı zamanda kendi gerçekliği olduğunda ısrar eder hep. Çünkü insan bu şekilde doğada değil, doğal hisseder. Ne “paylaşma” ne de “birleşme” meselesidir bu. Bu ifadeler düşüncenin bir “bütünlük” anlayışı içinde aynı anda hem tamamlandığı hem de yitip gittiği büyük mistik deneyimlere daha uygundur. Oysa yürüyüş daha ziyade iştiraki bir eylemdir; kendimizdeki bitkiyi, minerali, hayvanı hissetmemizi sağlar. Yanından geçerken kabuğuna dokunduğum ağaçla aynı kabuktan, hafifçe değdiğim uzun otlarla aynı kumaştan olduğumu ve durduğum anda, ağır nefesimin, ansızın önümde mola veren tavşanın nefesiyle uyumunu hissederim.


Toprağın sağlamlığı ve etrafımı çevreleyen bollukta yankılanan kendi varlığımın tutarlılığı aracılığıyla gün boyu tecrübe ettiğim gerçeklik, nihayetinde bende eksiksiz bir güven duygusu yaratır. Dedikleri gibi, yürümek “kafayı boşaltır”.


Diğer taraftan yürümek zihni başka bir amaçla doldurur. Fikirler veya doktrinlerle değil, tıka basa cümlelerle, alıntılarla, teorilerle dolu bir kafayla da değil, dünyanın mevcudiyetiyle doldurur. Bu mevcudiyet, yürüyüş sırasında gün boyu üst üste katmanlar hâlinde ruha çöker. Akşam olduğunda düşünmeye hemen hiç ihtiyaç duymazsınız. Bir tek nefes alıp verir, gözlerinizi kapar ve tabiatın katmanlarının (gökyüzünün rengi, yaprakların pırıltısı, tepelerin birbirlerine karışan hatları) bedeninizde çözünüp yeniden birleştiğini hissedersiniz. Burada güven denilebilecek şey, katı ve umut dolu değil, dingin bir emin olma hâlidir. Bütün gün yürüyen insan gece karanlığı çöktüğünde varlığından emin hâle gelir.


Bu güvenin bir diğer kaynağı da sabahtır. Thoreau bütün yapıtlarında sabahlara inanmak ister, veya daha ziyade sabahlardır inancı doğuran. Günün doğuşuna eşlik etmek için yürümeye şafakta başlanmalıdır. Bu muallak alacakaranlık vaktinde, varoluşun mahmur sayıklamaları gibi hissederiz günü. Sabah yürümek, irademizin zayıflığıyla karşılaşmaktır. Demek istediğim, doğan günü adım adım takip ettiğimizde zorlamanın, isteklere sarılmanın ya da verilmiş herhangi bir kararın etkisine rastlamayız. Günün gerçekleri ağır ağır zuhur eder. Az sonra güneş doğacak ve başlayacaktır her şey. Tabiatın sesleri, aydınlanan ihtişamı haşince bir dönüşüm göstererek tabiatın kırılganlığına ihanet eder. Gün hiçbir zaman bir irade eylemi olarak başlamaz; tereddüde yer bırakmayan bir kesinlikle doğar. Sabah yürümek, doğal başlangıçların gücünü anlamaktır.


Sağlık kendini sabahlara duyulan sevgide belli eder. *


*(Age)


Thoreau’nun sabah sevgisine ilkbahar övgülerinde rastlanır, mesela Walden Gölü’nün buzlarının nisanda eriyip yok olması, nehirlerin kendi yataklarını bulması gibi. Ancak kimi sabahlarda ve bütün ilkbaharlarda bilhassa ebediyetin yeniden tezahürünü bulur.


Sene her zamankinden daha taze bir umutla başlıyor.*


*(Age)


Gerçek umudun hep taze kalması hiçbir koşula, hiçbir doğrulamaya, hiçbir kanıta tabi olmamasından; umudun tecelli ediş biçiminde isminden fazlasının bulunduğunu bilmekten kaynaklanır. Çünkü temel olarak umut bir şey bilmek istemez, o yalnızca inanır. İnanmak, düşlemek ve umut etmek tüm edinilmiş bilgileri, alınmış dersleri ve geçmişi hiçe sayar. Doğanın tarihi yoktur, hafızası en fazla bir yıllıktır. Thoreau’nun ilkbahar deneyiminden kastı, yaşamak dışında hiçbir şeyin önemli olmadığı, amansız ve vahşi bir akıntıya bırakmaktır kendini. Onun da belirttiği gibi, bu aynı zamanda bir masumiyet serüvenidir. Her şey yeniden başlar, yeniden yola koyulur ve ışık, gecenin yanında geçmişi de sürükleyip götürür.


Bir ilkbahar sabahı affedilir insanlığın günahları. İlkbaharda veya şafakta yürürken ağaran güne göz kulak kesiliriz ve bizim için bu ahesteliğe tanıklık etmek dışında hiçbir şey önemli değildir. Artık yürüyenin de bir tarihi yoktur, dolaşırken yanında taşıyamayacağı kadar ağırdır tarih. Sabah yürüyüşlerinde anılar yok olur. Yalnızca günün, gecenin örtüsünü kaldıracağına dair şen bir güvenle dolar içi.


Güneş bir sabahyıldızıdır sadece.*


*(Age)


Sabahın gelmesini sağlayan şeylerden biri de Batı’dır. Thoreau’ya göre güneş her zaman Batı’dan yükselir. Doğu’da hafızamız bulunur: Doğu, kültür ve kitaplardır, tarih ve eski bozgunlardır. Geçmişten alınacak ders yoktur, zira ders almak eski hataları tekrarlamaktır. İnsan tam da bu yüzden yaşlılara pek güvenmemeli ve onların sözde “deneyimlerini” (tekrarladıkları hataların yüklü toplamıdır bu sadece) kabul etmemelidir. İnsan sadece güvenin kendisine güvenmek zorundadır: tazeliğe. Gelecek Batı’dadır.


Tarihi anlamak, sanat ve edebiyat eserlerini incelemek, soyumuzun köklerine inmek için Doğu’ya yöneliriz. Batı’ya ise geleceğe gider gibi, serüven ve atılım ruhuyla yöneliriz.*


*(Henry David Thoreau, lValking, VVatchmaker Publishing, Seaside, 0R, 2010. [Türkçesi: Yürümek, çev. İlknur Urkun, Kafekültür Yayıncılık, İstanbul, 2013.] )


Batı bir maden damarı, gelecek hazırlığı, varlık kaynağıdır; el değmemiş ve her daim yeni olandır. Batı aynı zamanda “Yaban”dır. Yaban keşfedilmemiş, bakir doğadır; insanlıktan uzak birincil güçtür (akademi dışı bilgi olarak Thoreau’nun pek az şairin “dağların batı yakasını” tasvir etmeyi bildiğini söylediğini belirteyim). Öte yandan içimizde hâlâ yaşayan evcilleştirilmemiş, isyankar taraf ve bunu gözler önüne serendir. Emerson, Thoreau için “Amerikalıların en Amerikalısı” derken, geleceğin kaynağı olan ilkel yabanıllığa karşı düşkünlüğünü kastetmiştir belki de. Gelecek Batı’da der Thoreau; ablukadan ancak yabana daldıktan, onunla yüzleştikten sonra kurtulup kendini açacak ve yeni olasılıklara teslim edebilecektir. Belki de Amerikan ütopyacılığıyla Avrupa düşçülüğü arasındaki fark da budur. Avrupalılar için yaban, kökleri çağrıştırır; kadim bir kusur, karanlık bir başlangıç noktasıdır. Amerikalı Thoreau içinse yaban Batı’da, yani önündedir. Gelecek olasılığı orada uzanır. Yaban, Avrupa tarihinin gecesi değil, dünyanın ve insanlığın sabahıdır.


Sözünü ettiğim Batı, “yaban” kelimesinin eşanlamlısından başka bir şey değildir; ve ifade etmek isterim ki, dünyanın koruyucu gücü yabandır.*


*(Age )


Yürümek bu yüzden dillendirildikleri anda eskiyen “haberler”le ilişiğimizi kesmeye neden olur. Kendinizi kaptırdığınız anda çarkın içine kısılırsınız, der Thoreau, sırada ne var öğrenmek istersiniz. Fakat asıl mesele neyin değiştiğini bilmek değil, ebediyen yeni kalana yaklaşmaktır. Sabahları gazete okumanın yerini yürüyüşler almalıdır. Haberler birbirleriyle yer değiştirir, birbirlerine karışır, birbirlerini tekrarlar ve unutulurlar. Gelgeldim yürümeye başladığınızda bütün o gürültü patırtı yitip gider. Yeni olan nedir? Hiç; durmadan yenilenen, sakin bir ebediyet.


Thoreau’nun hayatı -direnişi (beklentilere ilk tavrının hayır demek olduğunu anlatır Emerson; onun için reddetmek, kabul etmekten her zaman daha kolay olmuştur) ve radikal tercihleri (gerekmedikçe çalışmamak, her gün uzun uzun yürümek, toplumun oyunlarından kaçınmak) kapsayan bir hayat başkaları (kurulu düzen insanları, çalışanlar, mülk sahipleri) tarafından ipe sapa gelmez diye yaftalanmıştır. Halbuki onun hayatı bir hakikat ve özgünlük arayışıyla yoğrulmuştur. Hakikati aramak, dış görünüşleri aşmak demektir. Alışkanlıkları, gelenekleri, gündelik olanı da uzlaşmalar, riyakarlıklar ve yalanlar kadar eleştirmek demektir.


 


Aşktan, paradan, şöhretten ziyade hakikati verin bana.*


*( Henry David Thoreau, lValden (Or Life in the Woods), Wİlder Publications,Radford, VA, 2008. [Türkçesi: Walden – Ormanda Yaşam, çev. Aykut Örküp, Zeplin Kitap, İstanbul, 2014.])


Hakiki bir yaşam her zaman öteki bir yaşam, farklı bir yaşamdır. Hakikat kırılma yaratır ve Batı’dadır: Kendimize yeniden şekil vermek için hakikati önce peşinen kabul edilmiş ve değişmeyen fikirler kalıbının altında, kendimizde ve yabanın taşan, gürleyen, çağlayan akıntısında aramalıyız. Kendi kendimizin esiriyizdir.


Toplumsal görüşün Uranlığından yakınırız ama bireysel görüşün tiranlığı yanında o hiçbir şeydir, der Thoreau. Kendi yargılarımıza saplanmışızdır. Thoreau için yürümek kendini bulmak değil, kendine yeniden şekil vermek için imkan yaratmaktır.


Hakiki yaşam büyük bir yolculuktur. *


*(Henry David Thoreau, The Journal of Henry David Thoreau (1837-1861), NYRB Clas-sics, New York, 2009.)


Rivayete göre, Thoreau ölüm döşeğindeyken, onu öteki dünyaya hazırlayıp dualar edecek bir rahip gelmiş ziyaretine. Thoreau hafifçe gülümseyerek şöyle demiş: “Dostum, bir kere de bir dünya yeter.”


 


Enerji


THOREAU, BİR KIŞ YÜRÜYÜŞÜ’NDE soğuk havalarda yürüyen kişiyi tasvir eder. Sabah buz gibi havaya çıktığımızda (yollar kar, ağaçlar da uzun, cılız beyaz dallarla kaplıdır), bu beyaz örtünün içinde kendimizi ısıtmak ve özellikle de beden ısımızı korumak için hızlı bir tempoyla yürürüz. Soğukta yürümenin verdiği mutluluk biraz da göğsümüzde yanan o küçük ateşi hissetmekten gelir.


Doğada toprak altında uyuklayan bir ateş var; o hiçbir zaman sönmez ve hiçbir soğuk da onu alt etmeyi beceremez … Toprak altındaki bu ateşin her insanın göğsünde bir sunağı vardır. Aslında en soğuk günde ve en yüksek tepede bile yürüyüşçü, gocuğunun kıvrımlarında ocaklarda yanan ateşten bile sıcak bir ateş besler. Sağlıklı insan mevsimleri öyle bir dengeler ki, kışları, kalbinde yazı yaşar. Güneydir ora. *


*(Henry David Thoreau, A Winter Walk, Theophania Publishing, Calgary, 2012. [Türkçesi: “Bir Kış Yürüyüşü”, Doğa ve Yürüyüş Üzerine Seçme Denemeler, çev. Aytek Sever, Everest Yayınları, İstanbul, 2016.] )


Yürürken evvela kendi enerjimizi, hareket hâlindeki bedenimizin enerjisini hissederiz. Bu, bir güç patlamasından ziyade sürekli ve elle hissedilir bir şeydir.


Thoreau’nun, bilgeliklerine hayranlık duyduğu Amerika yerlileri, toprağı kutsal bir enerji kaynağı olarak görürlerdi. Onun üstüne uzanmak huzuru getirir, kabile toplantılarında üstüne oturmak daha bilge kılar, kendini onun çekimine teslim ederek yürümek kuvvet ve dayanıklılık kazandırırdı. Toprak ebedi bir güç membasıydı, çünkü o gerçek Anamızdı, bizi besler ve ayrıca bağrında atalarımızı saklardı. Tabiatta dönüşüm onda gerçekleşirdi. Bu yüzden Amerika yerlileri, ellerini gökyüzüne uzatıp yıldızlardaki tanrılardan yardım dilemek yerine, toprakta yalın ayak yürümeyi tercih ederdi.


Lakota yerlileri toprağı, toprakla bağlantılı her şeyi severlerdi ve ona bağlılıkları yaşla birlikte artardı. Kelimenin tam anlamıyla toprağa vurgun olan yaşlılar, annelerinin yanına oturur gibi saygıyla ve dizinin dibine yatar gibi sevgiyle yaklaşırlardı ona. Toprakla temas etmek tene iyi geldiğinden, mokasenlerini çıkarıp kutsal toprakta yalın ayak yürümeye bayılırlardı. Çadırları, sunaklarının hammaddesi olan toprağın üstünde yükselirdi. Havada uçan kuşlar onun üstüne konar ve toprak, yaşayan her şeyi kusursuzca taşırdı. Toprak yatıştırır, kuvvetlendirir, arındırır ve iyileştirir-di. Bu yüzden yaşlı Kızılderililer kendilerini yaşamın kaynaklarından ayrılmayıp toprağa bağlılıklarınısürdürdüler. Toprağa oturmak veya uzanmak daha derin düşünmelerini, daha canlı hissetmelerini sağlardı. Böylece yaşamın en büyük gizemlerini daha iyi anlayabiliyor ve kendilerini yaşayan bütün güçlere yakın hissediyorlardı.*


*(Luther Standing Bear, Pieds nus sur la terre sacree’den alıntılanmıştır. [T. C. McLu-han, Pieds nus sur la terresacree, çev. M. Barth6l£my, Denoel, Paris, 1974.] )


Topraktan destek alıp, yerçekimini hissedip, her adımda onun üstünde dinlenerek yürümek sonsuz bir enerjiyi solumak gibidir. Fakat bu güç yalnızca bacaklara değil, dolaşıma da etki eder: Yürümek hareket demektir, dinlenmeye kıyasla kalp daha hızlı ve güçlü atar, kan dolaşımı hızlanır. Adımların topraktaki yankısı kalbin gümbürtülerine karışır ve aynı ritimde ilerlerler. Kalp ve toprak dışında bir enerji kaynağı daha vardır: manzaralar. Yürüyüşçüyü çağıran ve evinde hissettiren budur: tepeler, renkler, ağaçlar… Tepelerin arasında kıvrılan patikanın büyüsü, sonbaharda lâl ve altın rengi örtülere bürünmüş üzüm bağlarının güzelliği, zeytin yapraklarının bulutsuz yaz göğünün altındaki gümüşi pırıltısı, birbirinden muntazam bir şekilde ayrılmış buzulların heybeti…


Tüm bunlar destekler, taşır ve besler insanı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ankaralılar yaz gelince ne yaparlar?

  https://filmmirasim.ktb.gov.tr/