19 Şubat 2023 Pazar

Parti canavarı Schopenhauer

 Parti canavarı Schopenhauer





İnanması güç ama Schopenhauer hazcı kabul edilir, çünkü mutluluğun hayattaki en büyük hedef olduğu görüşündedir. Ama bu hedefe ulaşmanın hemen hemen olanaksız olduğunu düşünüyordu. Epikuros gibi o da mutluluk ve hazzı, korku ve acının yokluğu olarak tanımladı. Yine Epikuros gibi o da moral bozukluğunu gidermenin başlıca yolunun beklentileri azaltmak olduğuna inanıyordu. Alman felsefeci bu düşünceyi açıkça şöyle ifade etti: “Sefilce mutsuz olmamanın en güvenilir yolu çok mutlu olmayı beklememektir.” Şu “sefilce mutsuz” sözcüklerine bayılmışsınızdır; Epikuros’un yaptığı gibi Schopenhauer sadece “mutsuz” demekle yetinemezdi.


O noktadan sonra felsefesi yokuş aşağı gitmeye devam eder, bayağı bir aşağıya hem de. İrade ve Tasarım Olarak Dünya adlı kitabında şöyle yazar: “Bu kadar sıkça hayıflanılan, yaşamın kısalığı belki de onun en iyi yanıdır.” Varoluşun Boşunalığı’nda ise şunları: İnsan yaşamı bir çeşit hata olmalı. İnsanın tatmin edilmesi zor ihtiyaçların birleşimi olduğunu hatırlarsak bunu açıkça anlarız. Üstelik bu ihtiyaçlar karşılandığında bile, insanın bütün elde ettiği acısızlık halidir… Varoluşun kendinde bir değeri olmadığının doğrudan kanıtıdır bu.”


Kimsenin kitaplarını satın almadığı, hiçbir üniversitenin öğretim görevlisi olarak kabul etmediği başarısızlıklarla dolu yapayalnız gençliğinin bir noktasında Schopenhauer Budizm esinli Hintçe bir metin olan Upanişadlar’ın bir Batı diline ilk çevirisine rastladı. Bu mistik/metafizik yazılarda, kendi felsefesi ile derin bir benzerlik gördü, gerçi Doğu felsefesi nihayetinde daha olumlu bir bakış açısına sahiptir. Upanişadlar bir kimsenin bağsızlık ve inziva yoluyla huzurlu bir şekilde yaşamı kabullenebileceğini söylüyordu; Schopenhauer bu durumu yaşamının sonlarına doğru yavaş yavaş benimsemeye başlamıştır. Bu döneminde, Upanişadlar ile ilgili şöyle yazdı: “Upanişadlar yaşamımın tesellisi oldu, ölümümün de tesellisi olacaklar.” Schopenhauer için teselli hissettiğini kabul etmek başka birinin neşeyle haykırmasına aşağı yukarı denkti.


Bu Doğu metinleri Schopenhauer’ın yaşamını ciddi ölçüde değiştirmiştir, gerçi ne ironiktir ki, bunu çok dünyevi bir şekilde yapmışlardır. Altmışlı yaşlarında Parerga ve Paralipomena (Yunanca “yarım bırakılanlar ve geride kalanlar”) adında bir kitap yayımladı. Kitabın büyük kısmı kötümser felsefesinin tekrarıdır, ama akılda kalıcı aforizmalardan oluşur. Örneğin, “Çoğu zaman bize şeylerin değerlerini öğreten kayıplarımızdır.”, “Her gün küçük bir yaşamdır: Her uyanış ve yataktan kalkış küçük bir doğum, her taze sabah küçük bir gençlik ve yatağa uzanıp her uyuyuş küçük bir ölümdür.” Ve ya “Şerefin kazanılması gerekmez, kaybedilmemesi yeterlidir.”


Evet, sıradan laflar, ama birçok insan bunları Epikuros’un aforizmaları kadar etkileyici ve çekici buldu. Schopenhauer’ın bir yazar olarak gelişimi bakımından, Parerga ve Paralipomena’nın tek lokmalık öğretilerden oluşan formatı Doğu’ya ait din kitaplarına çok şey borçludur, özellikle de yutması kolay aforizmalar halindeki Vedanta/Hindu metinleri olan Brahman Sutraları’na.


Parerga ve Paralipomena çok büyük bir başarıyla çok satanlar arasında başı çekti. Bay Melankoli birdenbire şehrin yıldızı haline geldi; alımlı kız arkadaşlar, görkemli partiler ve hayran mektupları eksik olmuyordu artık. Schopenhauer’ın kötümser hazcılık markası “kitlesini bulmuştu. İnsanlar onun o bütün sturm und drang’ında* fena halde romantik bir yan gördü, en çok da faytonla Berlin’deki şık Cafe Bauer’ya giderken akılda kalıcı, küçük lokmalar halinde okuyabildikleri için.


Denilene göre, genellikle hoşgörülü bir insan olan yirminci yüzyıl felsefecisi Bertrand Russell, Schopenhauer’ın tam bir iki yüzlü olduğunu düşünüyordu. Şöyle yazdı: “Yemeğini iyi bir restoranda yeme alışkanlığındaydı; ufak tefek birçok aşk macerası yaşamıştı ve bunlar tutkulu değil şehvetliydi; son derece kavgacı ve olağanüstü paragözdü… Çilecilik ve teslimiyetin erdemine derinden inanmış olsaydı bu inancını hayatına geçirmek için hiç çaba harcamaz mıydı?”


Russell bunları yazdığı için, Schopenhauer’ın felsefesine Ad hominem** eleştiri yapmakla suçlanabilir. Ama öte yandan, Schopenhauer’ın felsefesi sonuçta hayata yönelik bir tutumla ilgilidir ve hayata yönelik bir tutumda aynı zamanda psikolojik bir fenomendir. Kötümserlik insanların hissettiği bir şeydir ve bakış açısını etkiler. Bu his bir felsefenin doğumuna neden olabilir, fakat nihayetinde ne his ne de felsefe ispatlanabilir. Modern psikologlar Schopenhauer’ın yaşamına bakınca ciddi bir özsaygı sorunu yaşayan ve önemli bir şahsiyet olduktan sonra depresyonunu yenip tam bir parti canavarı haline gelen bir adam göreceklerdir. Russell’ın demek istediğini anlıyorum; Schopenhauer’ın parti canavarı olarak yeniden doğuşu ve sonrası onun yaşamaktan ölesiye bezmiş hallerini ciddiye almamı zorlaştırıyor.


Woody Allen’ın Hannah ve Kızkardeşi filminin sonuna doğru, (Allen’ın oynadığı Mickey karakteri uzun bir monolog yapar. Monologun konusu hayatının bir döneminde Schopenhauer’ın kötümserliğinin etkisi altında kalarak intihar girişiminde bulunmasıdır. Girişimini tamamlamaz ve kendini New York sokaklarına vurur, derken bir sinemada Marx Kardeşler Savaşta filmine girer. Mickey olayı şöyle anlatır:


“Zihnimi toplamak, mantıklı davranıp dünyayı yeniden rasyonel bir perspektife oturtmak için biraz zamana ihtiyaç duymuştum. Sinemanın balkonuna çıktım, yerime oturdum; çocukluğumdan beri defalarca seyrettiğim ve hala çok sevdiğim bir filmdi. Perdede görünen insanları öylesine izliyordum; derken kendimi filme kaptırmaya başladım. Sonra da ‘Kendini öldürmeyi nasıl düşünebilirsin?’ dedim içimden. ‘Yani çok aptalca değil mi? Yani perdedeki şu insanlara bak, çok komikler… hem ya eğer en kötü ihtimal gerçekse?”“ Ya Tanrı yoksa, sadece bir kere dünyaya geliyorsan ve hepsi bu kadarsa? Bu deneyimin bir parçası olmayı istemiyor musun?” Kendime böyle dedikten sonra arkama yaslandım ve filmin tadını çıkarmaya başladım.”


Mickey/Woody’nin aydınlanma anı bana Oscar Wilde’ın harika vecizesini hatırlatıyor:


“Hepimiz bataktayız, ama bazılarımız yıldızları seyrediyor.”


* Fırtına ve coşku. Alman edebiyatında bir akım.

**Ad hominem. Argumentum ad hominem ya da insan karalama safsatası, kalıplaşmış bir Latince deyimdir. Bir reaksiyonun, belirli bir kişinin herhangi bir konudaki duruşu yerine şahsına yöneltilmesidir.[1] Örneğin bir argümana cevap verirken, argümanı eleştirmekten ziyade, argümanı ortaya atan kişinin alakasız bir özelliğini gündeme getirerek fikirlerini çürütmeye çalışmaktır. Önerme yerine, önerme yapan kişi tartışma konusu edilerek iddialara karşı çıkmak suretiyle yapılır. Ad hominem, mantıksal bir safsata kabul edilir

Her Keşfettiğimde Değiştiriyorlar Hayatın Anlamını – Daniel Klein

Aylak Kitap

Çeviren: Nur Küçük


s.35-40

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ankaralılar yaz gelince ne yaparlar?

  https://filmmirasim.ktb.gov.tr/