28 Şubat 2023 Salı

Ebû-ş Şemakmak

Ebû-ş Şemakmak

Mervân b. Muhammed Ebû’ş- Şemakmak (H.112-200/ M. 730-815) Horasan veya Buhara asıllı olmakla birlikte Harun Reşid döneminde Basra’da yaşamış hiciv şairidir. Emevî mevâlisinden olup, Beşşâr b. Burd, Ebû’l Atâhiye, Ebû Nuvvâs ve İbn Ebî Hafsa gibi meşhur şairlerle birlikte aynı dönemde yaşamış ve onları hicvetmiştir. Uzun boyu sebebiyle “Şemakmak” şeklinde isimlendirilmiş, burnu çok uzun ve görünüşü de çirkin olan şair, aşırı fakirliği sebebiyle “Şu’arâ’u-l İsticdâ” şeklinde isimlendirilen fakir ve dilenci şairlerden sayılmıştır. Yardıma olan ihtiyacı sebebiyle Beşşâr b. Burd tarafından kendisine yıllık 200 dirhem nakdî yardım yapıldığı rivayet edilmektedir. Şairin Basra’daki evini betimlediği kasidesi onun en güzel şiirlerinden birisidir.


بَرَزَت مَِنَ اَلمَنازِلِ اَلقِبابَ فَلَم يََعسِر عََلى أََحَدٍ حَِجابي

فَمَنزَِلي اَلفَضا ء وََسَق ف بََيتي سَما ء اَللََِّ أََو قَطعِ اَلسَحابَِ

فَأَنتَ إَِذا أََرَدتَ دََخَلتَ بََيتي عَلَيَّ مسلِماً مَِن غََيرِ بَابَِ

لِأَنّي لََم أََجِد مَصارعَ بَابٍَ يَكو ن مَِنَ اَلسَحابِ إَِلى اَلت رابَِ

وَلا خَِف ت اَلإِباقَ عََلى عََبيديََ وَلا خَِف ت اَلهَلاكَ عََلى دََوابي


İnsanların bakışları arasında kubbeli evimden çıktım

Evim boşluktur ve çatısı gökyüzü veya bulut parçası

Evime herkes girebilir çünkü onun kapısı yoktur

Çünkü gökle yeri kapatacak büyük bir kapı bulamadım

Kaçmasından korkacağım bir kölem

Veya ölmesinden korkacağım bir bineğim de yok.


https://www.academia.edu/7868694/Arap_Edebiyat%C4%B1nda_E%C5%9Fkiya_%C5%9Eairler

BEHİCE BORAN SOFYA RADYOSU RÖPORTAJI

 



Konuşmanın Çözümü:


Türkiye İşçi Partisi’nin yaptığı, başardığı en önemli işlerden birisi de sosyalizme toplumsal meşruiyet kazandırmış olmasıdır.

Toplumsal meşruiyet yasal meşruiyetten daha önemlidir. Çünkü yasal meşruiyet iktidarın gücüne ve keyfine göre yitirilebilir ama toplumsal meşruiyet kazanılmışsa, o kalır.

Türkiye İşçi Partisi sosyalizmle, işçi sınıfı hareketiyle kitleler arasında bağlar kurdu. Sosyalizmi kitlelere götürdü. Daha 1960’larda köylerde, gecekondu mahallelerinde, yaptığımız kahve toplantılarında “Sosyalist Türkiye” sesleri yükselirdi.

Türkiye toplumu artık bir daha hiçbir zaman Türkiye İşçi Partisi olmamış gibi olmayacaktır. Çünkü Türkiye İşçi Partisi, Türkiye işçi sınıfı hareketine ve Türkiye toplumuna bir daha geriye çevrilemez, geriye alınamaz yeni bir aşama kazandırmıştır. Şimdi parti, bu yeni aşama düzeyinde ve sözünü ettiğim toplumsal meşruiyet zemininde çalışmalarını ve mücadelelerini sürdürmektedir.


Kaynak:

https://www.tustav.org/gorsel-isitsel/behice-boran-sofya-radyosu-roportaji/

CAN YÜCEL’İN KONUŞMASI – 1965

1965 Milletvekili Genel Şeçimlerinde Türkiye İşçi Partisi adına Can Yücel’in (1926-1999) yaptığı radyo propaganda konuşması


Konuşmanın Çözümü:


Soyadı: Tako

Öz adı: Hürmüz

Takma adı: Elif

Sahte adı: Seher

Suçlular arasındaki adı: Piç

Anasının adı: Zehra

Babasının adı: Abdi

Milliyeti: Türk

Doğumu: 1957

İşi: Hırsızlık

Vücut boyu: 1,31

Vücut Cesameti: Nârin

Vücut Bünyesi: İnce

Vücut Vaziyeti: Öne eğik

Omuzları: Düşük


Sevgili Yurttaşlarım,


Şimdi size okuduğum belge, sekiz yaşındaki, Tako adlı kardeşimizin polisteki eşkâl kâğıdıdır. Tako, bugün Türkiye’de kaldırıma düşmüş, toplumun koruyucu elinden ırak, çoğu da suçlu, dört yüz elli bin Türk çocuğundan biridir. Elinden tutacak kimi kimsesi yoktur ama hırsızlık ederken yakayı ele verdiğinde, Tako’yu kolundan tutup cezaevinin sübyan koğuşuna atacak bir hükümeti vardır. Tako’nun doğum tarihi vardır ama insan gibi yaşadığı yoktur. Tako’nun sabıkası vardır ama geleceği yoktur. Tako’nun onu seven bir atası vardır, Tako’nun “Halkın öğretimi ve eğitimini sağlama, devletin başta gelen ödevlerindendir” diyen bir anayasası vardır ama Tako’ya babalık edecek devlet babası yoktur.


Kardeşlerim,


Eskiler “Çocuktan al haberi!” demiş. Biz de çocuktan, Tako’dan alıyoruz memleket haberini. Çocuk Bayramı’nı, Sayın İnönü’nün 1943’de söylediği gibi, Millî Hâkimiyet, Ulusal Egemenlik Bayramıyla birleştirmemiz bir tesadüf değildir. Birleşik Amerika’ya verilen üslerle ulusal egemenlik sarsıntılar geçirirken, Tako da ya sübyan koğuşunda ya da köprü altında kutlayacaktır elbet çocuk bayramını. Büyükleri, gelecek denen umut kasamızı zorlarlarken, Tako’nun oyuncağı da maymuncuktan başka ne olabilir ki?


Kardeşlerim,


Memleket çocukları arasında bir de nöker çocukları var. Doğu köylerinde süregelen yaygın bir kölelik düzenidir bu. Köle demezler de nöker derler, parayla satılan bu insanlara. Nöker çocukları, fukara çocuklar, kimsesizler anadan doğma nöker sayılırlar. Nöker çocuklarına da köle gözüyle bakılır. Genellikle ahırda yatar kalkarlar. Yatakları yüzsüz yorgan, eski bir hasırdır. Urbalarını açmaz, çarık çoraplarıyla girerler yatağa. Gecenin her saatinde tetik olmaları gerekir. Yazları güneşi dağların ardında görürler. Yemeklerini ahırda yerler. Ev halkı yemek yerken nöker el pençe divan durur.


— Su getir.


— Kapıya bak.


— Köpek niye havladı?


— Ahırda bir ses var.


Yemek bittikten sonra sofranın artıkları verilir nökere. Onu da bir rahatça yiyemez.


— Uyuzlu danaları çimdirdin mi?


— Atın yarasını yıkadın mı?


— Mor inek kaç güne doğar?


— Yıkık yerini yaptın mı samanlığın?


Yurttaşlarım,


Biz de altına devletimizin de imza koyduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Beyannamesi’ne soralım bakalım, ne diyor bu işe: Diyor ki, “Çocuk ihmal, zulüm ve istismarın bütün şekillerine karşı korunacaktır. Çocuk herhangi bir şekilde ticaret metaı olamaz.”


Evet. Bu güzelim topraklar üstünde gülüp oynamaya doğmuş körpecik çocukların ticaret metaı haline gelmesine göz yumanlar, toprak altındaki madenlerimizi, petrollerimizi yabancılara haydi haydi peşkeş çekeceklerdir. Kendi parçası, kendi kanından, kendi canından kopma vatan evlâtlarına hayrı dokunmayanların memlekete ne hayrı dokunabilir ki? Bir tek hayırları varsa, o da bu adamlara denecek koskocaman bir “Hayır”dır. Dış politikası NATO’ya araç, ahlakı vur kaç, ekonomisi kapkaç olan partilerin, gününü gün etmekten başka bir şey düşünmeyen devlet adamlarının yurdun yarını, ulusumuzun geleceği olan çocuklarla ne ilgisi olabilir ki?


Amerikan Çocuk Hastalıkları Akademisi Başkanı Profesör Fişer, “Bugün Türkiye’de bir milyona yakın sakat çocuk olduğunu tahmin edebiliriz” diyor. Bu yurdu yönetenlerin sakat tutumuna, sâkim politikasına bu bir milyon çolak, kambur, kör, kötürüm, sağır, dilsiz, topal, sakat çocuktan daha sağlam kanıt, delil olabilir mi? “Kalkınıyoruz, kalkındık, malkındık” diye her palavra savuruşlarında, bu bir milyon sakat çocuk, “yalan” diye bağırıyor yüzlerine. Çünkü onların başlarını çıkarlarının masasından kaldıracak vakitleri yok ki, bu yurdu kalkındırabilsinler. Kendi koltuklarından başka bir şey düşünmeyenlerin sözüm ona donattığı okullarda bir lokmacık çocuklar bir sıraya tabii beş kişi oturacak, tabii sabahtan akşama kadar bir on beş santimlik yere çakılacaklardır. Kentlerimizde çocuklarımız viraneliklerde, çöplüklerde günlerini gâvur ediyorlarsa, yurdu milyonerler için bir Hilton parseli, lüks otel arsası belleyenlerin hesabında halk çocuğu için çiçek bahçesine, çocuk bahçesine yer olamaz da, ondan. Halkın yuvasını yapanlar işçi çocukları için yuva kurarlar mı hiç?


Kardeşlerim,


İşçi Partisine kızıl diye lâf atanlar Erzurum’da yavrularımızın kızıldan, kızamıktan kırılması karşısında kıllarını bile kıpırdatmamış olanlardır.


Canlarım,


İşçi Partisi’ne “Camilerin kapısına kilit takacaklar” diye çirkef atanlar, her doğan bin çocuktan yüz altmış beş tanesinin süt bebesiyken ölüp gitmesi karşısında vurdumduymazlık eden Allahsızlardır. İşçi Partisi’ne, “Dükkânınızı, evinizi, barkınızı, bir avuçluk tarlanızı elinizden alacak” diye leke sürmeye kalkışanlar halkın eğitimi için tek toplu çare olan köy enstitülerini halkın elinden alıp, kapatanlardır.


Yurttaşlarım,


İşçi Partisi’ni “Kökü dışarda” diye arkadan vurmaya özenenler halk evlerinin dibine incir dikenlerdir.


Kardeşlerim,


Türkiye İşçi Partisi’nin kökü Türk işçisinin, Türk köylüsünün, Türk aydının, Türk küçük esnafının, dar gelirli Türk memurunun insan gibi yaşama özlemidir. Türkiye İşçi Partisi yurtta tek bir aç, tek bir çıplak yurttaş kalmayıncaya kadar didinmeye ant içmiş yurtseverlerin ocağıdır. Bu özlemle ve bu kararla beslenen bu ağaç şimdilik körpedir ama Anadolu’muzun dört köşesine yayılmış ulu çınarlar kadar Türk’tür. Ve halkımızın göz nuruyla, alın teriyle sulanarak, gelecek yıllarda serpile serpile bütün Türkiye’yi yeşillere salacaktır. Türkiye İşçi Partisi’nin bir tek kaynağı var: sevinç, sevgi, halkın yanında ve halktan olmanın verdiği sevinç ve sevgi. Bir tek aracı ve pusatı var: bilim ışığı. Bu sevinç ve bilim ışığıyla bu yurdu öyle bir donatacağız ki o zaman işte ulusal egemenlik ve çocuk bayramlarını yan yana, ama bu sefer sahiden kutlayacağız.


Analar, babalar, kardeşler, sandık başlarına giderken çocuklarınızı, kardeşlerinizi de yanınızda götürün. Götürün ki görsünler İşçi Partisine oy verdiğinizi. Çünkü o oylardır ki çocuklarınıza, kardeşlerinize sütü ile mamasıyla, yuvasıyla, çiçek bahçesi, çocuk bahçesiyle, doktoru, denizi, güneşiyle, renkli oyuncakları, gül gibi okulları, güpgüzel kitapları, yiğit öğretmenleri ve haktan yana olduğu için mutlu ana babalarıyla zengin ve dopdolu bir çocukluk sağlayacak ve yine çocuklarınıza, kardeşlerinize aydınlık bir gelecek, iş, sosyal adalet, toprak, ekmek, güven, eşitlik, özgürlük, insan onuru ve pırıl pırıl bir hayat kazandıracaktır.


Yeter ki gönlünüz ve kafanız doğru yolda ve oylarınız İşçi Partisinden olsun ve yeter ki, yurttaşlarım, gazanız mübarek olsun.


Türkiye İşçi Partisi’nin işareti, tırtıklı kirtişli bir teker, yâni bir çark ve üstünde eğik duran bir başaktır. İçinde de iki satır yazı vardır. Köylüye toprak, herkese iş,


Kaynak:

https://www.tustav.org/gorsel-isitsel/can-yucelin-konusmasi-1965/

arthur cravan

 

Soru: Arthur Cravan hâlâ yaşıyor mu? Yaşıyorsa, hangi kılıkta, hangi akla hayale gelmez kimlikle?


Cevap: Her biri Arthur Cravan adını taşıyan, biri erkek, biri kadın, diğeri başkası üç figür var. Bunlar, bu sırayla olmasa da, kayıp bir şair, gezgin bir boksör ve izi bulunamayan bir sahteci. Bir yüzyıldır üçlü bir ilişkiyi sürdürüyorlar. Her birinin ayrı bir hayatı olsa da, aralarında zaman zaman kimlik kaymaları oluyor. Karakterleri kimi zaman, hiçbir biyografik karşılığı olmayan metafizik bir fenomende iç içe geçiyor.


Arthur Cravan buhar olup uçtu mu, açık denizlerde kayıp mı oldu, yoksa Kasım 1918’de son kez görüldükten sonra diyarın birinde kendini yeniden mi yarattı, bunu asla bilemeyeceğiz. Ortada ne bir tanık var, ne ceset, ne bir not. İlk bakışta edebiyat tarihindeki en temiz firarlardan biri gibi görünen şey, aslında 20. yüzyıl sanatındaki en kafa karıştırıcı kaçışlardan biridir; zira Cravan bu dünyayı muğlak biçimde terk etmeden önce, yarattığı kişiliklerle, çifte kimlikler ve kusursuz kılık değiştirmelerle dolu bir hayat yaşar, ve karısıyla buluşmak üzere Buenos Aires’e gitmeye hazırlandığı Meksika sahillerinde son kez görülmesinin üzerinden seksen yıl geçtikten sonra, büründüğü envai çeşit kimliğin ardındaki sırlar yeni yeni ortaya çıkmaktadır.


Cravan daha önce de kayıplara karışmıştır, ve dostlarına bunu yeniden yapmayı tasarladığını anlatır. Herkes, zamanın birinde, kim bilir hangi ülkenin pasaportuyla, bilmem hangi mesleğin kisvesine bürünmüş vaziyette, veya yeni bir kız arkadaşın dilini konuşarak, yeniden ortaya çıkacağını düşünür. O, dünya çapında bir serseridir; bilir ki sirki kendi içinde taşırsa hiçbir kafes veya terbiyeci onu ehlileştiremeyecektir. O da öyle yapar. Sınırların yılmaz ihlalcisi, düzenlerin yılmaz direnişçisidir. Deneyimi aşırı dozlarda alır, bulabildiği en uç koşullarda yaşamayı seçer. “Hafızamda yirmi ülkenin anıları var ve yüzlerce şehrin rengini sürüklüyorum ruhumda.” Ama ruhu hiçbir iz bırakmaz arkasında. Her iz boşa çıkar, her yol çıkmaz sokaktır.


Ona yakın olanlar uzun süre yeniden göz önüne çıkacağını umarlar. Sahnede boy göstermek için uygunsuz bir zaman seçecektir yine muhakkak, ama olsun, yeter ki bu serseri denizci veya maceraperest prens Arthur Cravan olduğunu kanıtlasın – Küstah, Kestirilmez, Yola Gelmez Arthur Cravan. Kayıplara karışan boksörün kol kaslarının çevresi 45 santimdir. Bir daha dönmemecesine giden şairin halesi Dada’nın ruhunu sarmalar. Bir gün ikinci el giysi taciri, bir gün iki dirhem bir çekirdek giyinmiş zarif bir ev sahibi olan bu adam, içindeki hakikati etrafını yalanlarla sararak korur. Hep kavga peşindedir, ama eline silah almayı reddeder. Savaşa karşı çıkar ama asker kılığına girip otostop çekerek tarafsız topraklara kaçar. Cezalandırmaya karşı çıkar, ama düşman edinmek için bin dereden su getirir.


Cravan için intihar bir gösteridir. Bir keresinde, para verip bilet almaya hazır seyirciler karşısında hayatına son vereceğini duyurarak Paris’teki Les Noctambules kabaresini tıka basa doldurur; bir şişe apsent içecek, “hanımların yüzü suyu hürmetine” üzerine sadece suspansuar giyecek ve testisleri masaya yayılmış vaziyette intiharından önceki tiradını okuyacaktır. İntihar onun için performansın sonu değil, aracıdır. Önce hayatına son vereceği tehdidini savurup, sonra da ölümü bir sosyal etkinlik vesilesine dönüştüren seyircilerini cezalandırmak, tam da Cravan’a yakışan bir tekniktir.


Saldırgan ve incitici davranışlara doğuştan yatkınlığı var gibidir – ama bu davranışlar her an sevimlilik ve cazibeye dönüşebilir. Ne kadar ileri giderse o kadar tatmin olur, önce olabildiğince infial uyandırmak ister ki sevimliliğiyle ortalığı yatıştırabilsin. Karısı Mina Loy, onun kışkırtmalarını “seyircinin alışıldık beklentilerini altüst eden gaddarca pandomimler” diye nitelendirir. Cravan’ın saldırılarını, sanatçıyı hep sömürmüş bir dünyadan intikam alma tarzı olarak, kendinden üstün olanları yok etmeye ahdetmiş bir dünyaya karşı kendini savunma biçimi olarak tarif eder. “O, dünyaya kendiyle ilgili bir gerçekdışılık sunarak –dünyayı bununla meşgul ederek– kendi gerçekliğini korumaya çalışıyor, bu arada ruhsal firarını tertipliyordu.”


Cravan’ın en büyük tartışma yaratan metni herhalde Paris’te 1914’te açılan Bağımsızlar sergisi üzerine yazdığı metindir. Sergide yer alan sanatçıları öyle bir yerden yere vurur ki, grup üyelerinin karşısında savunması alınır. En bilinen “konuşması” ise, 1917’de New York’ta açılan Bağımsızlar Sergisi’nde yaptığı konuşmadır, burada dinleyicilerin üzerine kirli iç çamaşırını fırlatır ve soyunmaya başlar, tabii hemen kelepçelenip yaka paça hapse atılır. Bu performans, New York’taki Dada öncesi faaliyetlerin en parlaklarından biri olarak kabul edilir. Kendine özgü savaş kanunlarını sanat dışı mekânlara uyarlar. Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Cravan Fransa’da yaşayan bir İsviçre “uyruğu”dur. Hiçbir ülkenin silahlı kuvvetlerinde hizmet vermemeye, kendi müttefiklerini ve düşmanlarını kendi seçmeye kararlı olduğundan, sınır devriyelerini atlatarak İspanya’ya kaçar ve orada, 1916’da eski Dünya Ağır Sıklet Şampiyonu Jack Johnson’la karşı karşıya geldiği o meşhur boks müsabakasını düzenler. Spor tarihinde, Jack Johnson’ı ve Oscar Wilde’ı kahramanı addeden yegâne boksörün Cravan olduğuna kuşku yoktur. Bu üç isim, garip bir üçlü oluşturur. Hepsinin de uyumsuzlukları yüzünden adları çıkmıştır, üçü de klasikler konusunda kendini geliştirmiş, ve üçü de alışkanlıkları nedeniyle sürgüne mahkûm olmuştur. Johnson/Cravan karşılaşması, bir müsabaka kadar bir işbirliğidir aynı zamanda; ikisi de kalabalıkları toplayabileceklerini bilirler. Johnson’ın bir dövüşe ihtiyacı vardır, Cravan’ınsa bir sonraki limana, New York’a yelken açmak için gerekli olan bilet paralarına…


Bu dönemde Cravan, doğuştan gelen kimliğini ve ismini –Fabian Lloyd– çoktan bırakıp ikinci bir benliğe, bir alter idem’e, yeni bir biyografik gerçekliğe bürünmüştür. 1887’den aşağı yukarı 1912’ye kadar Fabian Avenarius Lloyd adıyla var olan kişi, bundan sonra hayat hikâyesi belirsiz bir kişiye dönüşecektir. Bu, ehliyetini değiştirmek gibi basit bir iş değildir, yeni bir kişiliğe bürünmek anlamına gelir. Şayet ortada bir intihar varsa, tropikal değil, tropolojik [mecazi] bir intihardır; ve Arthur Cravan’ın değil, Fabian Llyod’un intiharıdır.


Dadacılık, genellikle Arthur Cravan’ın adıyla özdeşleşmiş bir harekettir, ama onun en sevdiği hareketler, bedensel olanlardır. Dans etmek, sevişmek, boks yapmak, yürümek, koşmak, yemek, yüzmek. Bedene ait en temel maddelerin –idrar, bok, tükürük, ter– tadına ve kokusuna bayılır ve bu temel sözcüklerin birer ön-metin olduğunu düşünür. Je mangerais ma merde [bokumu yerim], diye ilan eder gururla. Şiirleri ve denemeleri ise ikincil önemdedir – ama devinimlerdeki hız ve duruştaki sabitlikle bunları da birer bedensel tezahür olarak okumak mümkündür: ringdeki birer idman gibi yapılan konuşmalar veya yazılan satırlar, daima hareket halindeki bir bedenin yan ürünleri – sınırları aşan, duyarlılıkları lime lime eden, şöhretleri katleden, kafaları tokuşturan. Cravan’ın yazılarının çoğu, kasıtlı kışkırtıcılıklarıyla, kabadayılığın edebiyattaki karşılığı gibidir; eleştirilerine nakavt etme içgüdüsü hâkimdir.


Konuşmacı olarak gittiği Société des Savants’ta kürsüye taytla, elinde tabancayla çıkar ve havaya ateş açar. Atletleri, eşcinselleri, fahişeleri, hırsızları, delileri vs. över. Şiirlerini tek ayak üzerinde okur; bazen, dinleyicilere attığı kelimelerden okların yanı sıra, çantasını veya yanındaki başka cisimleri fırlatır. Onun edebi sunumları, performans sanatının doğuşundan çok önce, zorlu, hatta tehlikeli birer performanstır.


Cravan’ın, kaçak olmak için geçerli sebepleri olmadan önceki hayatının koordinatlarını tespit etmek de zordur. Anne-babası İngiliz’dir, kendisi Fransızca konuşur, İsviçre pasaportu taşır. Bilinen son ehliyeti Berlin’de çıkarılmıştır, bilinen son adresi Mexico City’dir. Yeniyetmeliğinde, yatılı okuldan atılmış, yük vagonlarında New York’tan California’ya gitmiş, yolda kasaplık, portakal toplayıcılığı ve odunculuk yapmıştır. 20’li yaşlarında klasikler üzerine çalışmış, Atina ve Barcelona’da boks müsabakalarına çıkmış, Paris ve New York’ta modern sanat üzerine konuşmalar yapmıştır. Cravan’ın avangard akımdaki rolünü şu veya bu biçimde ele almadan avangardı anlamak imkânsızdır. André Breton’un dediği gibi, Cravan’ın hayatı avangardın 1912-1917 yılları arasındaki etkisini ölçmek için en iyi barometredir.

Cravan, Dada hakkında hiçbir şey bilmeden Dada’nın atası olmuştur. O yıllarda, olumsuzlama ve yadsımanın rakipsiz ustası olduğunu kanıtlar; daha Cabaret Voltaire ortada yokken, Tristan Tzara’nın anti-art sloganlarına giden yolu döşer. “İftihar, yüz karasıdır,” diye ilan eder. “Şunu kati olarak söyleyeyim: Terbiyeli olmak gibi bir arzum yok.”





Blaise Cendrars, Marcel Duchamp, Francis Picabia, Kees van Dongen, Félix Fénéon, Ossip Zadkine, André Salmon, Gabrielle Buffet-Picabia, Georges de Solpray, Louis-de-Gonzaque Frick ve Walter Conrad Arensberg, Cravan’ın dostları, suç ortakları ve hayranları arasındadır. Fakat Mina Loy, bu isimlerin hiçbirinin yakınından geçemediği bir yere sahip olmuştur onun hayatında. Düşmanlarının çoğu görünmezdir, ama André Gide, Robert Delaunay, Guillaume Apollinaire ve Marie Laurençin kayda geçmiştir. Onlar, Cravan’ın varlığını tehdit olarak algılar, ve ister Maintenant dergisinin sayfalarında olsun ister yüz yüze karşılaşmalarında, kullandığı taktiklerden hoşlanmazlar. Maintenant lafını sakınmaz, polemik üslubunu uçlara taşıyan bir dergidir, centilmence oynamak gibi bir derdi yoktur. Kısa ömrü boyunca, Cravan dergiyi kendine saldırmayanlara saldıracağı, dostlarına ait kafelerin reklamını yapacağı, sanatçıların itibarlarını yerle bir edeceği, gazabını salacağı, şiirlerini yayınlayacağı ve olmadık kahramanlara övgüler düzeceği şahsi bir mikrofon gibi kullanır. Sadece Cravan’ın, sahte adlarla yayınlanan yazılarından oluşan derginin amacı yeteneği keşfetmek değil, aşağılamaktır: “Yazıyorsam, sırf meslektaşlarımı çileden çıkarmak için; hakkımda konuşulmasını sağlamak ve isim yapmak için. İsim yapmak kadınlarla ve ticarette işinizi kolaylaştırır…”

Maintenant dergisi, 391’in ve savaş öncesinde yayınlanan diğer Dadacı dergilerin öncüsü kabul edilir. Cravan içinse, ringdeki halka açık dövüşler ve kavgalar için bir ısınmadan ibarettir.

Cravan’ı, düzenbazlık, narsisizm, intihar, bozgunculuk, kayıplara karışma, sapkınlık, isyan, özlem, sanrı, takıntı ve dışlanmadan oluşan malum patolojik geleneğe bağlamalı mıyız? Ona bir yer kazandırmak için, “kendi türü”nün diğer numuneleriyle, o “nevi şahsına münhasır”larla, “emsalsiz”lerle arasında bağ kurmalı mıyız? Cravan vakasını, Arthur Rimbaud, B. Traven, Ret Marut, Ambrose Bierce, Roland Barthes, Stéphan Mallarmé, Jean Genet, Raymond Roussel, Elsa von Freytag-Loringhoven, Georges Bataille, Alfred Jarry, Anna Tsvetaeva, Guy Debord, Gerard de Nerval, Paul Verlaine, Isidore Ducasse, Jacques Rigaut, Jacques Vaché ve Julien Torma… gibi başka bulanık hayatların, istisnai kazaların ve alter-sanatçıların bağlamına yerleştirme fikri çok baştan çıkarıcı. Ama bunu yapmak, ona bir ev vermek, onu bir yere sabitlemek, kimliğini bir yapı içinde eritmek anlamına gelir. Bu melek-günahkârın özgürlüğüne saygısızlık olmaz mı bu – onu hapsetmek? Kanon, tam da onun kaçtığı kafestir. Bu yüzden o hâlâ firaridir.

Arthur Cravan amacını tam anlamıyla gerçekleştirebilmiş olsaydı, ardında bıraktığı tüm metinleri de yanında götürür, hayalimizde sadece eylemlerinin izini bırakırdı. O bütün dehasını hayatına verdi; ve hayat tutuştuğunda, ardında yeteneğinin kalıntıları kaldı.

Roger Lloyd Conover’in 4 Dada Suicides: Arthur Cravan, Jacques Rigaut, Julien Torma, Jacques Vaché kitabında yer alan “Arthur Cravan” başlıklı metninden kısaltılarak çevrildi. (Londra: Atlas Press, 2005) s. 13-27.

Çeviri: Elçin Gen








asıl adı fabian lloyd olan cravan, 1887de rusyada doğmuş, 1909 yılında paris’e gelerek yerleşmiş bir sporcuydu aslında. arthur cravan adını 1909’dan sonra kullanmıştı. yaptıklarından çok oscar wilde‘in akrabası olduğu ve onun mirasını yaşatmak için görevlendirildiği palavrasıyla tanındı. oysa ki oscar wilde irlandalı, cravan rustu. nasıl akraba olabilirlerdi ki?

arthur cravan 5 temmuz 1914te paris’te bir gösteri yapacağını duyurur. gelin görün, danton sokağı 8 numarada şair arthur cravan (oscar wilde’nin yeğeni) box şampiyonu, kilo 105, boy 2,01 m. acımasız eleştirmen cravan hem konuşacak hem dans edecek. yani boxing-dance gelin görün bu tuhaf davetiyenin içeriğini merak eden birçok insan sözü edilen danton sokağı 8 numaraya gider. kalabalık gitgide artar ve sonunda salonda hiç yer kalmaz. cravan topluluğu korkutacak şekilde havaya birkaç el ateş ederek gösterisine başlar. sonra biraz konuşur, biraz boks yapar ve dans eder. cravan gerçekten de dediği gibi çok sıkı bir eleştirmendir (eleştiri dediği şey toplanan kalabalığa hakaret etmektir). herkes şaşkın şaşkın bakarken 4 yıl sonra manifestosunu ilan edecek olan bir ölümcül, bir karamsar sanat anlayışının, dadanın o salonda, o gece filizlendiğinin farkında bile değildir.

 

1996’da yayınlanan cravan, bir skandal stratejisi adlı kitabından mana lluisa borras özetle diyordu ki; cravan son derece huzursuz bir karakterdi. huzursuz ve marjinal. toplumun erdeminin ve aklın yenilgisini, tek başına göğüsleme çılgınlığına tutulmuş biri öyle ki cravan, çıkardığı maintenant adlı dergisinin yazılarını yazmaktan ve yayımlamaktan tatmin olmamış; bu dergileri seyyar bir sebze-meyve arabasıyla, sokak sokak satmaya çalışmıştır. bunda bir gariplik bulmayanlar için fotoğrafı gözlerinin önüne getirmelerini öneririm. domates, patlıcan gibi satılan edebiyat dergileri bence oldukça garip. bir de satış anında seslenişleri duymayı deneyelim:

ben sütçülerle birlikte uyanırım her sabah, ve havuç bitkisi şeklinde mezarlara inanırım. ayağımın baş parmağına basılmasına dayanamam. eyfel kulesi bir kuzu kulağından daha yumuşak.




cravan’ın maintenant dergisi
birazdan çok ünlü maintenant’tan yapılan bir derlemeyi yorumsuz olarak aktaracağım ama önce cravan’ın dadacı eylemlerine kısaca bir göz atalım.

1917. new york’ta ilk bağımsızlar sergisi açılıyor. marcel duchamp, ball ve diğer ünlü dadaistler bu sergide cravan bir seminer vermek üzere new york’a davet edilmiştir. toplanan kalabalıkta bir şaşkınlık hali ve ayıplayan seslenişler, homurtular duyulmaya başlar.

konferans görevlileri topluluğun tepkisine dayanarak sarhoş bir adamın kürsüye doğru yürürken her iki adımda bir üstündeki bir giysiyi çıkardığını fark ederler. son parça çıkmak üzereyken kürsüye bir adım kalmıştır artık. polisler bu sarhoş adamı apar topar ve karga tulumba alaşağı ederler. doğru karakola kalabalıkta bir panik hali egemendir. onlar bir konferansa geldiklerini ve konuşmacıyı beklediklerini söylerken bu sarhoşun nasıl olup da, kürsüye kadar ilerleyebildiğini açıklanmasını istemektedirler. o gün yapılan açıklamanın ne olduğunu bilinmiyor ama bugün biliyoruz ki kürsüye her yaklaştığında üzerinden bir giysisini çıkaran ve sarhoş sanılan bu adam arthur cravan’dır. cravan bir anda yarattığı bu şaşkınlıkla dadacıların baş tacı olmuş, lider dadacı olarak selamlanmıştır. sonrasını merak eden varsa onu da söyleyelim. karakolda tuhaf tuhaf şiirler okuyup, polisleri dumura uğratan bu şair-eylemci, koleksiyoncu conrad arensberg tarafından ödenen epey yüklü bir kefaletle serbest bırakılır.

“suların üzerinde salınacak bir yatağı
ya da kaplanlar üzerinde uyumayı hayal edin.
unutmayın, ey müzelerin tozlu uğur böcekleri
en büyük anıtlar en tozlu olanlardır.”

cravan dada hareketine bile kafa tutmuş bir isyancıydı. o tüm yaşantısını dadaca yaşamayı sanat sayıyordu. oscar wilde’a olan tutkusu herkeste merak uyandırıyordu. o da dergisinin bir sayısında bakın bu konuya dair ne yazmıştı:

“oscar wilde’a hayrandım, çünkü iri bir hayvanı andırıyordu; sadece bir su aygırı gibi sıçarken hayal edebiliyordum onu; ve bu imge, doğruluğu ve saflığıyla büyülüyordu beni.”

arthur cravan aniden meksikaya ya da ispanyaya gidebilir, bunun için her yolu deneyebilirdi. örneğin meksika yolculuğunda, sürgün rus lider troçkiyle tanışmış, politik görüşleriyle onu da şaşkına çevirmişti (ne de olsa memleketli değiller mi). bu görüşme gayet iyi ve çoğunun bürokrasi dili dediği ciddi bir görüşmeydi. cravan’ın bu konuda daha sonra yazdığı yazıyı nasıl bitirdiğine baktığımızda, o fırtınalı ruhta süren sürekli şoku görürüz yine: sapkınlık olsun diye ciddiydim.

asıl bomba, cravan’ın, dönemin ağır sıklet boks şampiyonuna kafa tutup, onunla tüm dünyanın gözü önünde bir maça çıkmasıdır.

23 nisan 1916 günü ispanya’nın başkenti madrid’te, avrupa şampiyonu, zenci boksör jack johnson ve şair/dada eylemcisi arthur cravan ringe çıkarlar. şampiyon johnson 110 kilo, cravan 105 kilodur. her ikisi de iki metreye yakın birer deve benzemektedirler. bu işi, organize edenler olayı siyah ve beyaz savaşına dönüştürüp, tüm dikkati bu garip/ilginç maça yönlendirirler. maç başlar ve daha bir iki dakika geçmeden biter. çünkü johnson, cravana oturttuğu sıkı bir aparkatla onu yere serer. sonuç nakavttır. şimdi ne oldu diye sormayın. çünkü cravan yine başardı. panik, heyecan, özgürlük ve hiçlik duygusu hatta cravan daha sonra rövanş isteyecek ve rövanşın hikayesi de neredeyse aynı olacaktır. mutlu adam cravan, dergisine şöyle bir not düşer bu maçların ardından: ah! bırakın beni, bırakın da güleyim. bırakın beni, bırakın da jack johnson gibi zaferle güleyim. ne diyelim, insanın dayak yeme özgürlüğü de olmalıdır.




şimdi cravan’ın dergisinden yaptığım bir derlemeyi alt alta yazıp, toplumun intihar ettirdiği diğer dadacıların hikayelerine geçelim.

diyordu ki maintenant’da cravan

-sayın andre gide, kusura bakmayın, rahatsız ettim ama boksu edebiyata yeğlediğimi size açıklamam gerekiyordu.

-hemcinsim olduğunu söyleyen gelsin de yüzüne tüküreyim. kimse benim sanatıma eşlik edemez. çünkü kendisine tapındığım ve içine sıçtığım için benim sanatım sanatların en güçlüsüdür.





-dünyanın bütün lokomotifleri aynı anda düdük çalsalar, çaresizliğimi dile getirmezler. ben, belki de hiçbir şey olamamışların kralıyım. çünkü herhangi bir şeyin kralı olduğumdan adım gibi eminim.


-ben ki biri keman çalsa yaşama hırsıyla dolar taşarım; kendimi zevkten öldürebilirim; bütün kadınlar için aşktan ölebilirim; bütün şehirler için gözyaşı dökerim. buradayım, çünkü hayat için bir çözüm yolu yok.


-şunu iyice bilin ki sanat burjuvalarındır. burjuva derken şunu anlıyorum: imgesiz bir adam.


-ve kalbim, tutkusundan taş devri çıplaklığını yaşıyor. ehlileşmek istemiyorum. çünkü aralıksız heyecanlıyım (çeviri: selahattin hilav).


cravan’ın tuhaf ve kısa hikayesi (1887- 1918) yine esrarengiz bir şekilde bir dadaist gibi şokla son bulur: cravan yalnız başına ve motorsuz küçük bir tekneyle atlas okyanusuna açılırken görülür en son. yazıları ben puroydum başlığıyla kitap olarak toplanır sonraları.


işte cehennemin çıngırakları eşliğinde, kaçış halinde yalpalamakta olan bir dünya, öte yanda ise kaba, yerinde duramayan, gözyaşlarının üzerinde ata binen yeni insanlar. işte sakat bir dünya ve iyileştirme ihtiyacındaki şarlatan edebiyat hekimleri. size söylüyoruz; başlangıç yoktur ve biz hiçbir şeyden korkmuyoruz. duygusal değiliz. yıkımın, yangının ve çürümenin büyük gösterisine hazırız (dada manifestosundan, 1918).



Keep Calm and Carry On (Türkçe: Sakin Ol ve Devam Et)





Keep Calm and Carry On (Türkçe: Sakin Ol ve Devam Et), II. Dünya Savaşı’na hazırlık için 1939 yılında İngiliz hükümetince üretilen motivasyon afişidir. Büyük şehirlere yapılan hava saldırıyla korkan İngiliz halkının moralini yükseltmek amacıyla hazırlanan posterler 2,5 milyon kadar üretilmiştir ancak bu posterler neredeyse halka hiç açık olarak sergilenememiştir. 2000 yılında yeniden gündeme gelen afiş, bazı özel girişimciler tarafından yeniden düzenlenmiş ve bir ürün yelpazesi olarak piyasaya sürülmüştür.

Yalnızca iki tanesi orijinal kopya olmak üzere yirmi koleksiyonu, Kraliyet Gözlem Kolordusu’nun eski bir kadın üyesi tarafından 2012 yılında Antiques Roadshow’a getirilip teslim edilmiştir.

Herkes Okumak Öğrenecek

 






25 Şubat 2023 Cumartesi

KEDERLİ ASTRONOT -Oktay Yıldırım



 KEDERLİ ASTRONOT


Galakside çöküyor sonsuz trajediler

Baştan çıkarılıyom adım yokmuş listede

Parafili ihtimal kutularda kediler

Yaşasın Shrödinger! Yeter ki sen iste de


Prospektüsler yandı, yetiş Hipokrat reyiz

Batonu par-ça-la-dık orkestralara es

Yaşıyoz yaşamıyoz, dünyanın içindeyiz

Bize can bize canan bize az biraz nefes


Gömleklerim ütüsüz yağışlı hava yer yer

Kan beynime sıçrıyor! Mantar panoma tek not

Pratik değil kuram çekilmiyor perdeler

“Başka dünya yok” diyor kederli astronot


Oktay Yıldırım

24 Şubat 2023 Cuma

Abdürehim Heyit - Uçraşganda/Karşılaşınca




Söz: Abdürrahim Ötkür

Beste: Abdürehim Heyit


Abdürehim Heyit, ünlü Türkistan şairi Abdürrahim Ötkür'ün 5 Ekim 1995 yılında ölümü üzerine onun "Uçraşganda/Karşılaşınca" adlı şiirini bestelemiş ve seslendirmiştir. Eser Abdürehim Heyit'in en güzel eserlerinden biri olarak kabul edilmektedir.


Şiir "dedim-dedi" söyleşi tarzıyla yazılmıştır ve sohbet havasında ilerler. Şiirde sohbet ise var olma çabası ile direnen, mücadele eden bir millet ve yurdu arasında geçer. Sözler bu bilgiler doğrultusunda dinlendiğinde asıl anlamını kazanır. Videoda ise şiirin Uygur Türkçesinden, Türkiye Türkçesine aktarımı yer almaktadır. 


Sözlerde geçen "Çolpan" ise Çoban yıldızdır. 


Türkiye Türkesi:


Karşılaşınca


Seher vakti gördüm, gözümün sultanını;

Dedim: "Sultan mısın?" O dedi: "Yok, yok."

Gözleri ışıltılı, elleri kınalı, 

Dedim: "Çolpan mısın?" O dedi: "Yok, yok."

Dedim: "İsmin nedir?" Dedi: "Ayhan'dır."

Dedim: "Yurdun neresi?" Dedi: "Turfan'dır."

Dedim: "Başındaki?" Dedi: "Hicrandır."

Dedim: "Hayran mısın?" O dedi: "Yok, yok".

Dedim: "Aya benzer." Dedi: "Yüzüm mü?"

Dedim: "Yıldız gibi." Dedi: "Gözüm mü?"

Dedim: "Işık saçar." Dedi: "Sözüm mü?"

Dedim: "Volkan mısın?" O dedi: "Yok, yok."

Dedim: "Çatık nedir?" Dedi: "Kaşımdır."

Dedim: "Dalga nedir?" Dedi: "Saçımdır."

Dedim: "On beş nedir?" Dedi: "Yaşımdır."

Dedim: "Canan mısın?" O dedi: "Yok, yok."

Dedim: "Deniz nedir?" Dedi: "Kalbimdir."

Dedim: "Güzel nedir? Dedi: "Dudağımdır."

Dedim: "Şeker nedir? Dedi: "Dilimdir."

Dedim: "Ver ağzıma?" O dedi: "Yok, yok."

Dedim: "Zincir durur?" Dedi: "Boynumda."

Dedim: "Ölüm vardır." Dedi: "Yolumda."

Dedim: "Bilezik?" Dedi: "Kolumda."

Dedim: "Korkar mısın?" O dedi: "Yok, yok."

Dedim: "Niçin korkmazsın?" Dedi: "Tanrım var."

Dedim: "Başka?" Dedi: "Halkım var."

Dedim: "Daha yok mu?" Dedi: "Ruhum var."

Dedim: "Şükran mısın?" O dedi: "Yok, yok."

Dedim: "İstek nedir?" Dedi: "Gülümdür."

Dedim: "Ya mücadele?" Dedi: "Yolumdur."

Dedim: "Ötkür neyindir?" Dedi: "Kulumdur."

Dedim: "Satar mısın?" O dedi: "Yok, yok."


Uygur Türkçesi:


Uçraşqanda


Sähär körgän çeğim közüm sultanini,

Didim sultanmusän? U didi yaq-yaq.

Közliri yalqunluq, qolliri χeniliq,

Didim Çolpanmusän? U didi yaq-yaq.


Didim ismiŋ nimä? Didi Ayhandur,

Didim yurtuŋ qeyär? Didi Turpandur,

Didim beşiŋdiki? Didi hicrandur,

Didim häyranmusän? U didi yaq-yaq.


Didim ayğa oχşar, didi yüzümmu?

Didim yultuz käbi, didi közümmu?

Didim yalqun saçar, didi sözümmu?

Didim volqanmusän? U didi yaq-yaq.


Didim qiyaq nädur? Didi qaşimdur,

Didim qunduz nädur? Didi saçumdur,

Didim on beş nädur? Didi yeşimdur,

Didim cananmusän? U didi yaq-yaq.


Didim deŋiz nädur? Didi qälbimdur,

Didim räna nädur? Didi levimdur,

Didim şekär nädur? Didi tilimdur,

Didim bir ağzimä? U didi yaq-yaq.


Didim zäncir turar, didi boynumda,

Didim ölüm bardur, didi yolumda,

Didim biläzükçu? Didi qolumda,

Didim qorqarmusän? U didi yaq-yaq.


Didim niçün qorqmassän? Didi Täŋrim bar,

Didim yäniçu? Didi χälqim bar,

Didim yänä yoqmu? Didi ruhim bar,

Didim şükranmusän? U didi yaq-yaq.


Didim istäk nädur? Didi gülümdur,

Didim çelişmaqqa? Didi yolumdur. 

Didim Ötkür nimäŋdur? Didi qulumdur,

Didim satarmusän? U didi yaq-yaq.

Bir Dost Bulamadım - Mesut Aytunca








Varım yoğum, sazım benim

Her derdimi ona derim

Pek çok diyar gördüm gezdim

Gerçek bir dost bulamadım ben

Gerçek bir dost bulamadım ben

Doğru dedim ne kar ettim

Ben söyledim ben dinledim

Sözüm meclisten dışarı

Gerçek bir dost bulamadım ben

Gerçek bir dost bulamadım ben

Söylemezdim söylettiler

Saz çalmayı öğrettiler

Zorla kötü eylediler

Gerçek bir dost bulamadım ben

Çok aradım bulamadım ben

Gerçek bir dost bulamadım ben

Murat Kemaloğlu - Kaplumbağaların Uykusuna Dek (1980)




murat kemaloğlu'nun öncü plak'tan çıkan 1980 tarihli albümünün aranjelerini müjdat akgün, kapağını ise ege aydan yapmıştır..


albüme ismini veren 15 dakikalık eserin sözleri:


kaplumbağalara sarı mumlar diktim

sonra onları pamuk taşlara salıverdim

titrek alevleri salınarak taşıyışlarını

hayran hayran seyrettim

bulutlara sarınmış nur yüzlü aydan

pamuk taşların beyazlığından

ve mumların aydınlığından

yıldızlar bu gece karanlığa küsmüş

bu gecenin karanlığına yıldızlar küsmüş

yıldızlar bu gece sonsuzluğa küsmüş

bu gecenin sonsuzluğuna yıldızlar küsmüş


sessizliğin esrikliğinde

birden bir ses duydum yaklaşan

kurşunları beni hedef alan makinalı

bana adımlayan bir dostun ellerinde

biliyorum bu bir karabasan

ürküyorum ve kaçıyorum yine de


yıllar önce bacısı sevgilimdi

dondurmalı baklava kadar sevdiğim

bana kızgın kovalarken haykırıyor

bacısına ve bütün bacılara ihanet ettim diye


küçükken ben güreşmeyi hiç sevmezdim

oysa şimdi güreşe hoş bir yorum getirdim


dostumdan uçmayı öğrenmiştim

öğrenene dek kolumu kanadımı kırdım

belki parçalarımı hala saklıyordur evinde

oysa ben uçamıyorum yine

dostum haykırıyor "uçmak kaçış için olmaz"

dostum haykırıyor "ruh erinci için uçmak"

"ruh erinci için uçmak"


kaplumbağalar mumlarını söndürdü

uykuya çekildiler birer birer

ay bulutlara tümden örtündü

sarayının hareminde yıldızlarla mahrem


pamuktaşların beyazlığı kurşunları şaşırttı

dostum makinalıyı elinden attı

ve ben dondurmaalı baklavadan da çok

sevdiğim sevgilimle uçtum


Kaynak: https://eksisozluk.com/kaplumbagalarin-uykusuna-dek--214662

23 Şubat 2023 Perşembe

Altı yaşımdayken her şeyin tanrı olduğunu gördüm - Salinger


J.D. Salinger  Central Park'ta


"Altı yaşımdayken her şeyin tanrı olduğunu gördüm. Tüylerim diken diken oldu. Hatırlıyorum, bir pazar günüydü. Kız kardeşim daha minicikti. Sütünü içiyordu ve birden kız kardeşimin tanrı olduğunu, sütün de tanrı olduğunu gördüm. Yani kardeşim tanrıyı tanrıya döküyordu bardaktan... ne dediğimi anlıyorsanız eğer."

J. D. Salinger,

Teddy (Dokuz Öykü)









APO-TUMPANİZO ŞAPEL VE İKRA - Oktay Yıldırım





APO-TUMPANİZO ŞAPEL VE İKRA


El ezerse bu kuş zorlu geçicek

Şu çarmıhın rengi ne kadar da Vav

Minberin sırtında bükülü çiçek

Sesinde birikti yaralarım lav


Kırık bir tas gibi secdede başım

Kef sesi yükseldi boş bir terlikten

Dilsiz bir tanrıyken bile sırdaşım

Çoktan vazgeçmiştim peygamberlikten


Çöldüm ve gördüler çiçek basmıştım

Dehşete düşmüştü mermerdeki Cim

Kuyuya sır diye fısıldamıştım

Bir mağara kustum bak anneciğim


O “Nun”duk kalplerin kesik etinde

Koşerdi mahfiller tutunmuştuk Ra

Işığı da boğar nihayetinde

Apo-tumpanizo şapel ve ikra


Kaan Boşnak - Şeyhim Beni Işınla



şeyhim beni 70’lere ışınla,

3 milyar saniyem bitmeden önce

sonsuzluğu bükeyim, kalan ömrümce.

tasavvuf strese iyi geliyor bence.


bir fırt ab-ı hayat versene şeyhim

dindirsin faniliğin hararetini.

bitsin mutat prova, deney, tatbikat;

ecel formalitesi, azap rutini.


şeyhim nedir bütün bu illüzyonlar seraplar?

aşk üçgeni, meşk dairesi, kudret karesi,

zeval kulvarındaki zırhlı araçlar?

şimdi yani tam şu an kaderde ne var?


şeyhim adım kara listede, aha!

görünmüyor hicret rotasındaki vaha

açamam, açamazsın, açılmaz şeyhim,

sıfırın ortasına bir delik daha.


şeyhim 14 milyar yıl ne çabuk geçti

yaş kırk oldu kırklara karışamadım

ben defterden sildim ölümsüzlüğü

şeyhim kainata alışamadım.


Murat Menteş

Dost çevirmiş yüzünü benden - ibrahim sarıpınar

 


Aşık Veysel - Dost çevirmiş yüzünü benden!



Dost dost diye hayalına yeldiğim

Dostusa ayırmış özünü benden

Çatık kaşlı, benlerini saydığım

Dostusa çevirmiş yüzünü benden


Hani dost uğruna can baş verenler

Hasbeten söylesin gözle görenler

Şimdi bizden yüz çevirmiş yarenler

Evvel kekitmezdi gözünü benden


Gözüm yaşı döner m'ola sellere

Bu ayrılık har düşürür güllere

Evvel aşnaydım her bir hallere

Şimdi sakınıyor sözünü benden

Aşık Veysel-Derdim Türlü Türlü Yoktur İlacım (Kendi Sesinden)




Derdim Türlü Türlü Yoktur İlacım

Çok aradım Bulamadım Dermanı

Bir Dost Bulup Dem Sürmekti Amacım

Gam Gasavet Çevreledi Her Yanı


Kalemi Kırılsın Bunu Yazanın

Söyler Söyler Derdi Bitmez Ozanın

Bağır Çağır Emir Onun Söz Onun

Yazan Katip Böyle Yazmış Fermanı


Bir Bahtı Karayım Gülmedi Yüzüm

Neşeli Görünür Kan Ağlar Özüm

Kış Misali Geçti Baharım Yazım

Kaldırmadı Başımdaki Dumanı


Dünya Dedikleri Bir Büyük Handır

Veysel Durmaz Ağlar Bunca Zamandır

Az Yaşa Çok Yaşa Sonu Verandır

Bir Gün Göçüm Çeker Ömür Kervanı



Sabreyle ey gönül sabırsız olma




Sabreyle ey gönül sabırsız olma

Cümleyi gönlüne yâr eden vardır

Darda kaldım diye umutsuz olma

Yoğ iken dünyayı var eden vardır


Öz gönülden bizim yârimiz olan

Sevdası sinede nârımız olan

Şu çark-ı dünyada birimiz olan

Doğup şu cihanı nûr eden vardır

22 Şubat 2023 Çarşamba

AMOR FATİ - Oktay Yıldırım

 




AMOR FATİ

 

Sürdüm karanlıklara dağılan bir kır atı

O büyülü çağrıyla, yazgım buymuş diyerek

Kesiliyor ümidim, kesiliyor kaskatı

Ruhum buharlaşıyor kanımda eriyerek


Dağların arkasından bir çığlık koptu demin

Ve ormanın ortası, gittikçe yükseliyor

Çekiliyor usulca perdeleri göklerin

Şimdi kara bulutlar yazgımı müjdeliyor


Gelip karşımda durdu, yüzü kesik güneşten

Kara zırhın içinde gölge gibi bir adam

Gözleri kopup gelmiş kadim kor bir ateşten

Bekledim, bir taş gibi, sessiz, kımıldamadan


Birazdan karanlığa gömülecek sanrılar

Kalbimin ortasında kılıç sona erecek

Yeryüzüne inecek kovulmuş tüm tanrılar

Ruhumun terk ettiği etimi kemirecek


Kanıma çarpan her diş beni Tanrı kılacak

Sıyrılacak etlerim ışıklar kusacağım

Ormandaki gölgeler boşluğa yayılacak

Ve sonsuz bir hiçliğin içinde susacağım


Oktay Yıldırım


Penis Biberon




Fernando Haddad

Brezilya Ekonomi Bakanı




Jair Bolsonaro
Eski Brezilya Devlet Başkanı




"Gelgelelim internet bu olumlu etkiyi doğururken sosyal medya algoritmaları tam tersi bir etki yaratıyor. Brezilya'daki demokrasi karşıtı güçleri fiştekliyordu. Jair Bolsonaro adında, yıllarca kıyıda köşede kalmış eski bir subay vardı.  Ana akımın epey dışındaydı, çünkü iğrenç şeyler söyleyip halkın büyük bölümlerine ağır saldırılarda bulunuyordu. Brezilya diktatörlükle yönetilirken masum insanlara işkence etmiş olanlara övgüler düzüyordu. Senato'daki kadın vekillere, tecavüz edilmeyecek kadar çirkin olduklarını, tecavüze “değmeyeceklerini” söylemişti. Oğlunun eşcinsel olmasındansa ölmesini yeğlediğini söylemişti. Derken YouTube ve Facebook Brezilya'da insanların başlıca haber kaynaklarından biri haline geldi. Algoritmaları infial yaratan öfke dolu içeriklere öncelik tanıyordu ve Bolsonaro'nun erişebildiği kitle muazzam büyüdü. Bir sosyal medya yıldızı haline geldi. Başkanlık yarışında Alemão sakinleri gibi insanlara açıktan saldırıp ülkenin yoksul, koyu tenli vatandaşlarının “üremek için bile yetersiz olduklarını”, “hayvanat bahçesine dönmeleri" gerektiğini söyledi. Gecekondu mahallelerine daha şiddetli askeri saldırılar düzenlenmesi için polise daha fazla güç verme -toptan kıyıma izin verme- vaadinde bulundu.

Ortada acil çözüm bekleyen devasa sorunlarla boğuşan bir toplum vardı- ama sosyal medya algoritmaları aşırı sağcılara ve çılgın bir dezenformasyona destek çıkıyordu. Seçim öncesinde internette dolaşan bir haber Alemão gibi gecekondu mahallelerinde yaşayan pek çok insanı fazlasıyla endişelendirdi. Bolsonaro taraftarları, Bolsonaro'nun başlıca rakibi olan Fernando Haddad'ın Brezilya'daki tüm çocukları eşcinsel yapmak istediğine ve bunun için kurnaz bir teknik geliştirdiğine ilişkin bir uyarı videosu hazırlamışlardı. Videoda bir bebek biberon emiyordu, ama biberonda bir tuhaflık vardı, emziği penise benzeyecek şekilde boyanmıştı. Haberde Haddad'ın Brezilya'daki tüm anaokullarına bu biberondan dağıtacağı söyleniyordu. Seçim boyunca en çok paylaşılan haberlerden biri oldu bu. Gecekondu mahallelerinde yasayan insanlar bebeklerin bu penis emziklerden emmesini isteyen birine oy vermelerinin mümkün olmadığını, onun yerine Bolsonaro'ya oy vereceklerini söylemeye başladılar. Algoritmaların pompaladığı bu saçmalıklar koca ülkenin kaderini değiştirdi."



Çalınan Dikkat - Johann Hari

Metis Yayınları

Çeviren: Barış Engin Aksoy


s.141,142 



SAĞ POPÜLİZM VE FAŞİZM KAVRAMLARINA BOLSONARO

İKTİDARINDAN BİR BAKIŞ

A View to Right-Wing Populism and Fascism Concepts through Bolsonaro

Government

Özgür YILMAZ*

İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, Türkiye

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1298903




Brezilya’da Hakikat ve Siyaset

Paulo BEER

15 Ocak 2019

“Brezilya yeni başlayanlara göre değil.” Brezilya’nın en ünlü bestecilerinden biri olan Tom Jobim’e atfedilen bu cümle, genellikle Brezilyalılar tarafından Brezilya’nın anlaşılmasındaki kendine has zorlukları ifade etmek için kullanılır. Bu, Brezilya’nın diğer toplumlardan daha kompleks olduğunu ve bunun sonucunda başka bir ülkeden gelen yabancının ayak basmasını takiben oluşan hayranlığa zıtlık oluşturan; her zaman karikatürize edilmiş bir saflık içinde görülen yabancılara toplumsal nüansların ulaşılmaz olduğunu ifade etmenin bir yoludur. 16 yy.’da Portekizliler’in gelişi ve daha sonrasında soğuk savaş döneminde Kuzey Amerikan etkisi şeklinde devam eden kolonyal şiddeti göz önüne aldığımızda burada bir tür mikro-iktidar mücadelesi görmek mümkün olsa da (Portekizliler Brezilya popüler kültüründe “beyinsiz” insanlar; birinci dünyanın turistleri –gringolar– saf ve kandırması kolay olarak resmedilir). Brezilya kültürüne atfedilen bu sözde karmaşıklık sadece Brezilyalıların kendilerinden olmayanlarla nasıl pasif-agresif bir şekilde ilişki kurduklarını değil aynı zamanda kendi iç problemleri ile nasıl uğraştıklarını ve absürt olayların neden olduğu karmaşayı ortaya serer. Bir Brezilyalı olarak; yabancılarla konuşurken değil; tam tersine -kendi- ülkemde ne olup bittiğini anlamanın zor olduğu fikri ile baş ederken kaç defa “Brezilya yeni başlayanlara göre değildir” cümlesini duymuş veya söylemişimdir. Örneğin, “yolsuzluğa karşı mücadelenin” yolsuzluğa bulaşmış bir politikacının sloganı olmasını nasıl açıklamalı? Veya Mevcut başkanın[1] şimdi hapiste olan yolsuzluğa bulaşmış bir politikacıya susması için ödemelerin sürdürülmesi gerektiğine dair ses kaydı herhangi bir toplumsal karmaşaya yol açmazken; hiç bir soruşturmaya müdahale etmemiş ve kendisine karşı herhangi bir suçlama bulunmayan bir önceki başkanı[2] yüz binlerce insanın protesto etmesini nasıl açıklamalı? “Bilirsin, Brezilya yeni başlayanlara göre değildir”; bu cümle bir müzakereyi anlamlı herhangi bir şey üretmeden sona erdirebilse de hala kültürümüzün bir parçasıdır.


Bu metnin amacı Brezilya kültürünün karmaşıklığını diğer kültürlerle karşılaştırmak değildir; böyle bir çaba birçok sebepten ötürü anlamsızdır: “Brezilya kültürü”nü tanımlayan ortak bir iz tanımlamanın imkânsızlığı ve kültürlerin karmaşıklık açısından karşılaştırabileceğine inanma ahmaklığı -başından beri diğer problemler bu tür bir aşırılıkta bulunabilir- gibi sebepler sosyolog ve antropolog olmadığım gerçeği ile kuvvetlenerek böyle bir çabayı anlamsızlaştırmaktadır. Ayrıca, mevcut durum bu olmasa bile; varsayılan bu kültürel karmaşıklığın Brezilyalılar’ın siyasetle ve toplumsal ağlarla olan ilişkisine içkin olduğunu varsayar. Bu metinde tartışmak istediğim temel konu dünyanın Brezilya’da vardığı tıkanmaya dair anlamlı ve kullanışlı açıklamalar ve perspektifler inşa etmek ile ilgilidir: Bu ise dünyayı açıklamak ve anlamak ya da açıklamamak ve anlamamak anlamına gelir. Bu anlamda, Brezilya’nın mevcut siyasal durumunun geniş ve tam bir analizini sunmak niyetinde değilim, fakat insanların hakikatle ile ilişkilenme biçimi üzerine düşüneceğim. Hakikat meselesinin bugünlerde büyük bir kamusal ilgiye mazhar olduğu kesin ve Brezilya örneği bu tartışmaya ilginç özgüllükleri ile katkıda bulunabilir. Ve bu bağlamda, metnin başından beri tekrarlanan cümleyi kültürün ortak bir izi ya da benzer bir anlamda değil, bir muhtemel etki olarak; şimdi olağanüstü bir konum kazanmış olan hakikat meselesi ile uğraşmanın bir semptomu olarak ele alacağım.


Şüphesiz hakikat çağdaş toplumlar için büyük bir soru(n). Brexit ve Trump’ın seçilmesi gibi olaylarda da kilit bir tartışma olduğu gibi “alternatif gerçekler”, “post-hakikat”, “yalan haberler” ve onun sonsuz sayıdaki çeşitlemelerinin de aralarında bulunduğu bilgiyi daha az kurumsal bir biçimde yayma imkânıyla başa çıkamama fikri bir şekilde uluslararası politikada mevcut. İnternet aracılığıyla tartışmalara daha yatay alan yaratıldığına dair görüşler -herkesin herhangi bir büyük iletişim ağının ekonomik gücüne sahip olmadan görüşlerini ifade edebileceği ve dünyanın her tarafına ulaştırabileceği- gibi demokratik yanılsamalar hızlıca çökmüştür. Facebook ve Whatsapp gibi araçların ekonomik güce sahip insanlar tarafından adaletsiz bir şekilde verimli kullanıldığı açıktır. Bu yanılsamanın yerini alacak gibi görünen şey, artık geleneksel ve yerleşik kurumlara cevap vermek zorunda kalmaksızın her türlü anlatıya karşı güvensizlik ve istikrarsızlık ortamı yaratan medyanın gücünün belirsiz bir şekilde yeniden düzenlenmesidir.


Amerika Birleşik Devletler Başkanı’na Birleşmiş Milletler toplantısında saçma şeyler söylediği için gülünebileceği gibi, televizyonda aynı başkan kendi imajında herhangi yıkıcı bir etki yaratmadan her şeyin yalan olduğuna dair beyanda bulunabilir. Belki de Trump “alternatif gerçekler” çağının en iyi örneği olarak düşünülebilirdi eğer Brezilya ile beraber aynı zamanda top koşturmasaydı… Ve bildiğiniz gibi, Brezilya yeni başlayanlara göre değildir… Trump’ın beyanları ne kadar saçma olursa olsun, yenilmiş başkan adayı Fernando Haddad’ın çocuk bakımevlerinde çocukları gay yapmak için penis şekilli meme ucuna sahip biberonlarla emzirmek gibi bir politikaya sahip olduğu iddiası kadar abes haberler duymamıştım. Birileri, bunun yalan haberin aşırı bir örneği olduğunu ve kimsenin inanmadığı (her ne kadar doğru olmasa da) ileri sürebilir. Ancak, daha tartışmasız bir örnek verilebilir: Başkan adayı Bolsonaro (ki birkaç ay sonra seçimi kazanacaktır) Brezilya’nın en büyük iletişim ağında verdiği az sayıdaki mülakattan birinde, kamu eğitim sisteminde okutulan cinsel eğitim materyallerinin bir parçası olan kitabı (gay kit), gençleri “geleneksel Brezilya aile değerlerine” yabancılaştırarak gay olmaları yönünde cesaretlendiren bir materyal olduğu iddiasını dile getirdi. “Gay kit”in olmadığı bilinen bir gerçekti fakat sonrasında, söz konusu kitabın devlet okullarında hiç kullanılmamış olduğu ve seçilen cumhurbaşkanının söyledikleriyle aynı içerikte olmadığı ortaya çıktı. Bununla beraber, her ne kadar bunları çürütmek zor olmasa da “gay kit”ine, “okullarda komünist ideoloji endoktronizasyonu”na, “azınlık diktatörlüğü”ne karşı mücadele, Bolsonaro’nun seçilmesinin temel destek noktalarıydı. Seçimler sırasında, farklı araştırmalar, artık geleneksel iletişim kurumlarının, bu tür saçmalıklara ve bu nasıl mümkün olabilir sorusuna yer vererek insanların güvenlerini karşılayamadığını göstermiştir.


Sunmak istediğim temel hipotez, bu durumun hakikat kavramını açık bir şekilde müzakereye ve katılıma dayalı kolektif bir üretim olarak düşünmekten ziyade on yıllar boyunca hakikat meselesi ile yanıltıcı bir şekilde ilişki kurmamızdan kaynaklandığıdır. Doğrusu, var olan olgularla örtüşen belirli formlardaki birbirinden farklı doğal gerçekliklerin anlamını sabitleme fikri hâlihazırda sadece medya şirketleri ile sınırlı olmayan ve bilimle beraber kabul görmüş üretilen bilgiyi de etkileyen bir kriz içerisindedir. İklim değişikliğine dair bilimsel uyarıları “alternatif gerçeklikleri” kullanarak farklı yorumların inşa edilebileceğini ve bunun sonucunda bilim insanlarının söylediklerinin zorunlu olarak kabul edilemeyeceğini ileri süren yaklaşım bu durumun en iyi örneği olarak görülebilir. Dünya çapında yaygın bir fenomen olarak Trump’ın iklim politikalarında merkezileşen bu durum son zamanlarda Brezilya’da tarım endüstrisi ile bağlantılı birinin tarım bakanı olarak ilanı “ideolojik olmayan siyaset”[3] uygulayacağını garantisi olarak Brezilya’da varlık kazanmıştır. Tam da bu fikir, Brezilya’nın yeni seçilmiş başkanının bilimde ve eğitimdeki ideolojik yönelimleri kaldırarak yerine ideolojik olmayanları geçirme iddiası kilit önermelerinden biridir. Bu konuya geri döneceğim ama önce iklim meselesi ile alakalı bilimsel bilginin eleştirilmesi üzerine birkaç şey söylememe izin verin.


Bilimsel otoritenin eleştirisinin en ünlü isimlerinden biri Fransız antropolog ve felsefeci Bruno Latour’dur. Latour on yıllardır insanların yanlış bir biçimde bilimi özerk bir alan olarak düşündüklerini ve bilimi hakikat ile imtiyazlı bir ilişkiye yerleştirdiklerini ve bilimsel prosedürlerin ve sonuçların idealize edilmiş imgesine tutunduklarını savunarak bilimin toplumsal imgesini değiştirmeye çalışmıştır. Bu anlamda, Latour bilimsel bilginin hakiki bilgiyi ürettiği ve sunduğu fikrine karşı insanların sahip olduğu (bilim insanlarının ve bilim felsefecilerinin sıklıkla sunduğu) bu toplumsal imgeye kıyasla bilimin çok daha siyasi ve rastlantısal olduğunu söyleyerek mücadele etmiştir. Bilime karşı tarafsız ve hakiki bilginin olanaksızlığına ve bilimsel alanın özerkliği fikrinin hayali bir çaba olduğuna işaret eden büyük eleştirel geleneği takip eden Latour, Steve Woolgar ile yazdığı Laboratory Life (1979) kitabını yayımlaması ile büyük bir münakaşaya yol açarak bu tartışmaya laboratuarlardaki saha araştırmaları ile tartışmalı katkılarda bulunmuştur. Aslında, Latour, bilimde “alternatif gerçekliklerin” merkezi bir rol oynayabileceği noktasında eleştirilinceye kadar bilimi, bilimsel prosedürün sislerinden arındırma önerisinde gayet başarılıdır.


Son yıllarda Latour, bilimsel otoriteyi açıkça zayıflatmayı amaçlayan çabalarının aksine bilimin iklim değişikliğinin üstesinden gelebileceğini de içeren farklı bir öneriyi savunur olmuştur. Savunmasında Latour, bilimin değerini reddetmediğini ama yıllardır yanlış anlaşıldığına inandığını ifade eder; böyle olunca da önceki çalışmaları ile karşıtlığın da yüzeysel olduğu açığa çıkmış olur. “Alternatif gerçekliklere” katkı yapmak ile suçlandığı zaman, bu suçlamayı Latour zaten kendisinin de bu probleme işaret ettiğini ve bilimin yerleştirildiği yanlış konumda işlevini yerine getiremeyeceğini ve bilimsel otoritenin çöküşünün bilimin yanlış bir konumu işgal etmesinin olası bir sonucu olduğunu söyleyerek cevap verir. Basitçe söylersek, Latour’un bilimsel otoritenin ölçüsüzlüğüne dair eleştirisi, bilimsel bilginin öneminin ve kullanışlılığının reddi değildir; fakat bilimin değerinin, bilginin sınırları ve eleştiriye açıklığı özelliklerinden kaynaklandığının hatırlatılmasıdır. Bilimin hakikatle ayrıcalıklı bir ilişkisi olduğunu, bilimsel bilginin bu sınırlarını aşarak ve bilimsel üretimin doğru ve zorunlu olduğunu (bu olmasaydı bilimsel bilgi kendini farklılaştıramazdı) sunarak savunan bu yaklaşım sürdürülebilir değildir. Bu idealin çöküşü, Latour’un söylediği gibi sınırlı ama hala değerli olan bir bilgi üretimi yerine bilimin toptan bir reddine yol açmıştır.


Genel hatlarıyla, hakikatin sabitlenebilir ve başkalarına iletilebilir bir şey olarak sunuluşu bilimin bir ayrıcalığından ziyade herhangi bir kurumun kendisini hakikatin taşıyıcısı olarak sunmasından kaynaklanır. Bu durumla ilgili sorun, ne “gerçekliğin sunuluşu” olarak düşünülen veya düşünülmeyen herhangi bir seçime içkin şiddetin varlığının kaçınılmazlığıdır ne de her daim bir noktada başarısız olmaya mahkûm olan hakikiliğin varsayımsal statüsüdür. Hakikate ilişkin mesele bu gerçekliklerden etkilenen ancak yorumlama sürecinde dışarıda bırakılan bireylerin katılımının olmayışıdır ki bu da bizi Brezilya’ya geri götürüyor.


Breziya’da ne olup bittiğini yorumlamaya çalışan birçok entelektüel 1985’te son bulan diktatörlüğün etkileri ile uğraştığımıza işaret eder. Bu dönemde var olan şiddet ve otoriteryanizmin ötesinde, temel iddia şu an daha agresif bir şekilde geri dönen çözülmemiş ve dikkate alınmamış sorunların olduğudur. Bunun temel sebebi Brezilya’da hem bir tür geçmişle barışma siyasetinin olmaması hem de devlet tarafından işlenen herhangi bir suçun hesabının verilmemesidir. Evrensel af yasası asker yönetimde iken görüşülmüş ve kabul edilmiş ve sonuç olarak bu mesele sessizliğe bırakılmıştır. Brezilya’da ordu kendisini asla eylemlerinin ve sorumluluklarının hesabını verme zorunluluğunda görmedi. Ne olduğunu tespit etmeye ve ayrıntılandırmaya dönük birçok farklı çaba olsa da, işlenen suçlara dair herhangi bir resmi tutum ve tanınmanın olmayışı olası anlatıların inşa edilmesine ilişkin belirsiz bir ortama yol açtı.


Geçmişle barışma ve özür siyaseti kadar anıtların ve müzelerin inşası böyle olaylarda gerçeklerin unutulmaya terk edilmemesi için büyük önemdedir. Barbara Cassin’in Güney Afrika Apartheid sonrasında da belirttiği gibi konuşma yükümlülüğü ve birinin yapıp ettiklerinin bilinmesi neler olduğunun ayrıntılı bir tasnifinde ve farklı bir dünya yaratımında merkezi bir rol oynadığı gibi olayların yeniden anılması yaşananların tekrar gerçekleşmesini engellemede hayati role sahiptir. Bunların yeniden konuşulması talebi sadece suçluluk duygusunun ve yaşanan acıların tanınmasının – ki gerçekten gerekli bir aşamadır- bir sonucu değil aynı zamanda insanların kendileri ve diğer insanlar hakkında konuştuğu bir tarih yazımına katılarak ve bu tarihi sahiplenerek insanlar tarafından ele geçirilebilen ve değiştirilebilen kolektif bir anlatı (ya da anlatılar çünkü birden fazla olabilirler -ki anlatılar olmalıdır-) oluşturmanın da bir aracıdır. Bu herkesin birbiriyle anlaştığı anlamına gelmez hatta tam tersine kişinin kendisiyle bile çeliştiği durumlar olabilir: Anlatılar her zaman belirsizdir ve müphemlikle ve boşluklarla kaplıdır fakat bu Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın da belirttiği gibi hakikatin yapısının bir özelliği olarak görülebilir. Bu, gerçekliğin saf bir yaratımı ve tarafsız bir sunumu sorunu değildir -ki bu imkânsızdır. Fakat Alain Badiou gibi düşünürlerin de savunduğu gibi olayın etkilerinden ve başarısızlıklarından (tabii ki başarısızlığın etkilerinden de) sorumlu olunduğu ve birinin kendisini ilişkilendirebileceği ve olaya deneyimlediği şekliyle bir anlam yükleyebileceği bir hakikat biçimidir.


Brezilya’da olmuş olan ise tam tersi bir durumdur; hakikatle böyle bir ilişkinin kurulmasından kaçınılmasıdır. Ancak bu durum, hiçbir zaman doğrudan yüzleşilmeyen geçmişin ne unutulduğu ne de etkilerinin sonlandığı anlamına gelmese de; bu geçmiş birçok farklı şekilde mobilizasyon kaynağı olabilirdi. Brezilyalı psikanalist Maria Rita Kehl’in de belirttiği gibi, geniş ve ciddi bir hesaplaşmanın yokluğu geçmişte işlenmiş mezalimlerin reddine, geçmişte yapılanların “komünist tehdide” karşı koymak adına yapıldığına; daha ince bir şekilde ise sanki kurumsallaşmış devlet şiddeti ile sivil direnişin yasaları çiğnemesi karşılaştırılabilirmiş gibi af yasasının iki taraf için de geçerli olmasına imkan vermiştir. Bu eksikliğin sonucunda ortaya çıkan en iyi örnek yeni seçilmiş başkanın siyasi tutuklulara, diktatörlük döneminde işkence yapmış bir asker olan Albay Brilhante Ustra’nın kişisel kahramanı olduğunu kamusal olarak ilan etmesidir. Daha da ötesi, başkan Dilma Rousseff’in meclis soruşturması sırasında, Bolsonaro, oyunu Ustra’ya adarken; Ustra’nın sadece işkenceci olmadığını aynı zamanda kişisel olarak Dilma’ya da işkence etmiş olduğunu hatırlarsak Ustra’yı “Dilma Rousseff’in hayaleti” olarak sunabilmiştir (Rousseff 1970’lerdeki diktatörlüğe karşı olan sivil hareketin bir parçasıydı).


Öbür yandan, bu meseleler üzerinde yükselen kamusal tartışmanın yokluğunun yarattığı boşluk, medya şirketleri tarafından “doğru” gerçekler sunularak ve tartışmaları susturularak doldurulmaya çalışılmıştır. Bu anlamda medya, her iki tarafın da yanlışlar yaptığına ve gazeteciliğin özgürlük ve demokrasi mücadelesindeki rolüne dair kullanışlı bir anlatı sunarak sadece insanların değil aynı zamanda yeni kurulan demokrasinin pasifize edilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Politik Düzenin savunusu ve İşçi Partisi’nin geçmişte savunduğu “aşırı” sosyalist ajandaların reddi tekrardan bir görev olarak tanımlanmış ve bu görev siyasal sahnenin aktif bir manipülasyonuyla gerçekleştirilmiştir. 1989 seçimlerinde, en büyük televizyon ağına sahip Rede Globo başkanlık seçimlerinin son turunda yarışan iki aday arasındaki son tartışmada seçimleri kazanacak olan Fernando Collor de Mello (ilk dönemi bitmeden yolsuzluk suçlamaları altında görevinden alınacaktı) lehine olacak şekilde yayın yapmıştır. Yenilen aday olan Luis Inácio Lula da Silva’nın medya ile 2002 yılı seçimleri ile başkan olmasından sonra da devam eden sorunlu ilişkileri uzun yıllara dayanmaktaydı. Ve genel hatları ile hakikat kolektif bir üretimden ziyade medya tarafından sunulan bir ürün olma özelliğini korumuştur.


Diktatörlüğün hemen sonrası geçmişle barışmaya dönük herhangi bir siyaset olmasa da, Dilma Rousseff başkanlığı sırasında başka eylemlerle beraber Ulusal Hakikat Komisyonu’nu kurarak bunu yapmaya çalışmıştır. Bu komisyonun diktatörlük döneminde işlenen suçları tanıma ve olası tazminat edimlerini belirleme yetkisi vardı ancak sonuçlar beklenenin çok altında kaldı. Böyle olmasına sebep olarak ordunun işbirliği yapmaması (ne yaptığının hesabını vermede ordu hala kendini zorunlu görmüyordu) ya da komisyona toplumsal katılımın zayıf olması gösterilebilir. Bu anlamda Komisyon’un olayların ne geniş ölçekte ayrıntılı bir araştırılmasına ne de toplumsal olarak tanınmasına vesile olduğu söylenebilir. Medyanın sorgulanamaz imajının değiştirebileceği gerçeğinin anlaşılması ile Komisyon medyada çok sınırlı bir şekilde yer bulabildi. Çünkü o zamana kadar, kendilerini diktatörlüğe karşı mücadele eden demokrasi savaşçıları olarak sunan medya şirketlerinin ordu ile birçok seviyede işbirliği yaptığı anlaşılacaktı. Bu şirketlerden sundukları yanlış anlatı, ordu ile olan iş birlikleri ve kendilerine dair her daim sundukları tarafsızlık imajını ve savundukları hakikate fikrine olan bağlılığı yok ettikleri için özür dilemeleri istenebilirdi.


Aslına bakarsak, 2013 São Paulo eylemleri sırasında, kalabalık “a verdade é dura, a Rede Globo apoiou a ditadura” (gerçekler zordur; Rede Globo diktatörlüğün destekçisidir) şarkısını söyleyecekti. Aynı yıl bütün Brezilya’ya yayılacak olan eylemler bölgesel olarak São Paulo’da yüksek toplu taşıma ücretlerine karşı başlamıştı. Moviemonto Passe Livre (Ücretsiz Ulaşım Hareketi) tarafından örgütlenen bu protestolar beş bin civarında kişi ile şehrin önemli caddelerinin trafiğe kapatılması gibi küçük eylemlerle başlamıştı. Medya, protestocuları genelde işçilerin hayatını bozan vandallar olarak sunmuştu. Üç ya da dört protestodan sonra, önde gelen gazetelerde “otoritelerin kontrolü geri alması” ve daha sert tepki verilmesi gerektiğine dair editoryal yazılar kaleme alınmıştı. Bir sonraki protesto ise polisin eylemcilere uyguladığı absürt şiddeti ile geçince; bu durum polis şiddetini vaaz eden medyayı nahoş bir pozisyona sokarken toplumsal bir hareket yarattı. Bir sonraki protestoda ise bir kaç gün önce uygulanan şiddete tepki duyan yüz binden fazla insan São Paulo sokaklarına inmişti.


Bu noktada artık, protestolar ulaşım ücretleri sorununu aşmıştı: Kalabalık bir yandan Taksim Meydanı’ndaki protestolara gönderme yaparak “acabou o amor, isso aqui vai virar Turquia” (aşk sona erdi, burası Türkiye olacak) diye haykırıyor diğer yandan “mesele artık 20 cent değil”[4]‘le birlikte medyaya ve polis şiddetine karşı sesini yükseltiyordu. Trajedi ve fars gibi, tarih kendini gerçekten de acımasız ve ironik bir şekilde tekrar ediyordu. Görünen oydu ki, protestocuların gündemini yok etmek isteyen medya insanların yolsuzluğun yanında başka şeylerle beraber daha iyi eğitim için mücadele ettiğini söylüyordu. Bunu yaparak, kendi gazeteciliklerinin ciddiyetini ve etik duruşunu da ayrıca onaylamış oluyorlardı.


Ne kadar zorlarsa zorlasınlar, Rousseff hükümetine karşı pozisyonları ve bir önceki başkan Lula’nın ceza soruşturması reddedilmez bir şekilde gösterdi ki, Brezilya’nın ana akım medya şirketleri göründüklerinden çok daha fazla taraftı. Bunun en açık örneği ise Rede Globo’nun tüm ülkede boydan boya yapmış olduğu protesto yayınları idi. Gerçekten de, günler öncesinden insanları eylemlere katılmaları için cesaretlendiren yayınlar yaptıktan sonra, protestoları bir futbol maçıymışçasına bir sunucu ve yorumcu ile beraber canlı yayınlıyorlardı. Oldukça tartışmalı bir şekilde gerçekleştirilen Dilma’nın görevden alınışı için gerekli olan toplumsal karmaşanın oluşumunda medyanın rolü kilit önemdeydi. Dilma’nın başkanlıktan azlinin resmi sebebi ondan önceki bütün başkanların (daha küçük ölçekte de olsa) yaptığı bütçe kalemlerindeki oynama idi ama aslında medyada tartışılma şekli göstermişti ki Dilma’yı ne olursa olsun saf dışı bırakma amacı vardı.


Ayrıca, Rousseff yeterli Kongre desteğine sahip olmadığı için gittikçe derinleşen bir ekonomik kriz vardı. Görünen o ki, özellikle Kongre başkanı Eduardo Cunha, Dilma’yı desteklemesi karşılığında kendisi ve dostları hakkındaki cezai soruşturmalara müdahale edilmesi şartını öne sürerek aktif bir şekilde pazarlık ediyordu. Bu durum birçok insan tarafından bilinse bile Cunha’nın hükümeti çalışamaz hale getirmek için pozisyonunu koruması ilginç görünüyordu.


Oylama sürecinde birçok gizli gündemin (gündemlerin) varlığı açıktı. Özellikle Dilma’nın azli için oy veren hiçbir vekil, öne sürülen bütçe kalemlerinde oynama suçu hakkında bir şey söylemezken, temel vurguların geleneksel aile ve dinsel inançlar gibi ahlaki değerleri savunan söylemler oluşu bunu göstermekteydi (önceden de ifade ettiğim gibi ayrıca seçilmiş başkanın bir işkenceciye sunduğu saygı da vardı bunlara ek olarak). Sonuçta hiç kimse başkanın azlindeki temel motivasyonun ne olduğunu bilmese de, ekonomik kriz, hükümet etme biçimi ve rapor edilmiş yolsuzluk skandalları başkanın azli için gerekli ortamı yaratmıştı. Aylar sonra, Eduardo Cunha tutuklanmış ve mevcut başkan Michel Temer, parası önceden ödenen Cunha’nın sessizliğini (önceden söylendiği gibi) koruması gerektiğini söylerken kayda alınmıştı ama O’na hiçbir şey olmadı.


Bu olayları izleyen son seçime hukuksal ihlaller ve yargının fazlasıyla taraf eylemleri damgasını vurdu. Bir taraftan eski başkan Lula’ya caiz görülen sorgulama olağandışıydı. Diğer bulguların yanında, en akıl almaz olay ise Rousseff hala başkan iken Lula ile aralarındaki bir telefon konuşmasının yayınlanmasıydı. Yüksek Mahkeme’den herhangi izin olmadan başkanın dinlenmesinin suç olduğunu düşündüğümüzde (Soruşturmayı yürüten Yüksek Mahkeme yargıcına göre dinlenen Rousseff değil Lula idi), bunu yayınlamak tamamen sınırların dışındaydı fakat bu tür olağandışı durumlar için hiç bir önlem alınmadı. Görünen o ki, Lula’nın suçlu olduğunu gösterme isteği buna karşı çıkacak bir ortamın yokluğunda bütün yasal prosedürlerin üzerindeydi. Bir zaman sonra, Lula sahte bir yargılamayla olağanın dışında bir hızla mahkûm edilmişti. Açıkça görünen eksik kanıtlar emlak şirketi sahibi Léo Pinheiro’nun tanıklığı ile giderilmişti. İlk tanıklığında Lula hakkında aleyhte hiçbir beyanda bulunmayan Pinherio on yıl hapse mahkûm edildikten sonra tanıklığında değişikliğe gitmiş ve yolsuzluk şemasına Lula’yı da eklemiştir. Bunun sayesinde Pinherio’nun cezası yarı açık cezaevinde infaz edilmek üzere 3 yıldan az bir süreye indirilmiş ve cezasının federal mahkeme tarafından ikinci defa onaylanması sonrası Lula hapse atılmıştır.


Lula’nın cezası iki taraftan uzmanların da üzerine konuştuğu tartışmalı bir meseleydi. Ancak, genel hissiyat, hangi taraf neyi savunursa savunsun, yargısal olguların altında her zaman başka hesapların olduğunu düşünmek mümkündü. Foucault’nun São Paulo’da verdiği “Truth and Juridical Forms” konferansı bu duruma ironik bir şekilde oturmakta. Bir tarafta yeterli kanıt olduğunu savunanlar diğer tarafta ise yeterli kanıt olmadığını savunanlar. Bir yandan Lula’nın tuzağa düşürüldüğünü savunanlar diğer tarafta Lula’nın bunu hak ettiğini, ne olursa olsun Lula’nın bir suçlu olduğunu ve hapsedilmesi gerektiğini savunanlar. En muhafazakâr konumun ise iki tarafta da hata olduğunu söyleyen pozisyon olduğu söylenebilir: Bir tarafta, Lula’nın kendisine karşı devam eden birçok başka soruşturması vardı ve bunların bazıları çok daha fazla tutarlı gözükmekteydi. Bununla beraber daha ciddi soruşturmaların devam ettiği bir dönemde onun net olmayan ve tartışmalı bir süreç yoluyla mahkûmiyeti gelecek seçimlerde aday olmasını engellemek için ona hüküm giydirmeye yönelik, belirgin bir çaba varmış gibi görünmesini sağlamıştır ki olan da tam olarak buydu. Hangi taraf tutulursa tutulsun, görünen o ki iktidar mücadelesini kazanan taraf kendi anlatısını evrenselleştirmekte. Gerçek o ki kamuoyu yoklamalarında ön sırada olan ve ilk turda kazanma şansı olan bir adayın seçime girmesi yasaklandı. Tekrar edersek, “Brezilya yeni başlayanlara göre değil, değil mi?”


Bu kadar kafa karıştırıcı bilgi selinden sonra, bu metnin Brezilya’da olmuş olanları ve şu an yaşananları harfi harfine sunmayı amaçlamamış olduğu anlaşılmıştır. Bu metinde, insanların yolsuzluktan bıkmış olduğunu veya zenginlerin kendi ayrıcalıklarını korumak istedikleri görüşlerinin tam tersi bir şekilde düşünmemize yardımcı olacak bir anlatı sunmaya çalıştım. Bu anlamda, belirli bir pozisyon üzerinden (insanların) hakikat ve hakikatin etkileri (tamamı olmasa bile) ile kurdukları ilişkide alttan alta yer alan bir krize işaret eden “epistemik” bir bakış sunmaya çalıştım. Eğer son seçimde, sonuçların belirlenmesinde muhtemelen merkezi bir rol oynayan yalan haberler yeni bir değişken olsa da, bu durum Facebook ve WhatsApp gibi yeni teknolojik araçların bir sonucundan öte uzun süredir var olan huzursuzluğun yoğunlaşmasının bir sonucuydu.


Rede Globo’nun başka bir kanalında gerçekleşen bir röportajda, Bolsonaro askeri diktatörlüğü destekleyen sözlerinden dolayı kendisine yöneltilen eleştirilere, öncelikle askeri yönetimin bir diktatörlük olmadığı cevabını vermiştir. Bolsonaro’ya göre, diktatörlükler medya gücünü tek elde toplarken Brezilya’da basın askeri rejim altında özgürdü ve Rede Globo grubu bu dönemde büyürken askeri hükümeti desteklemiştir. Görmezden gelinen aşikâr gerçek çok iyi gizlenmişti ve mülakatın sonunda sunucu (ki diktatörlük döneminde hamileydi ve işkence görmüştü) kulaklığına okunan bir metinle televizyon ağının diktatörlük döneminde yanlışlar yaptığını kabul etmiş ve özür dilemişti. Açıkça, hatanın kabulü ve özür yeterli değildi. Asıl zarar çoktan verilmişti ve aday Bolsonaro televizyon ağının 1960larda orduyu desteklemesine benzer bir şekilde şimdi kendisinin kazanmasını istemeyerek önyargılı davrandığını ve medya ağının açık bir şekilde kendi çıkarları doğrultusunda çalıştığını ifade etmişti.


Bolsonaro’nun ne olursa olsun kendisini destekleyen Evanjelik Kilisesi ile olan ilişkileri dışında, medya tarafından sunulan olguların meşruluğunun sorgulanması kampanyasının değişmez bir özelliğiydi. Medyanın yakın tarihteki manipülasyonları ve aldatmacaları üzerinden medyanın çıkarlarının sorgulanması ve medyada yer alan bütün eleştirilerin bir taktik olduğu fikri toplumda büyük bir ivme yakaladı. İnsanların hakikati kolektif olarak üretip anlatılara dönüştürmek yerine hakikatin alıcısı olup kabul ettikleri bir dönemdeyiz. Anlaşılmaz olan ile uğraşmak yerine “yeni başlayanlara göre değil” anlayışını kabul etmenin daha kolay olduğu bir yerde geleneksel olarak hakikat taşıyıcılarının statülerinin krizi yeniyi inşa etmek için bir fırsat olabilir. Bu sebeple, yeni bir şeyin doğuşundan ziyade entelektüel azınlığın hayat boyu tekeline bir fren olarak görülebilecek yalan haberler ilk önce yorumlarda küçük farklılıklar yaratarak başlarken; toplumsal dayanakları sarstıktan sonra en absürt fikirlerin bile alan bulabilmesini sağlamaktadır. Özellikle, hakikat taşıyıcısının yerinden edilmesi sonrası yerine geçen, neo-faşist bir lider de olabilir “iyi niyetli” bir şirket de.

Öyle görünüyor ki bu yere aşırı sağ daha erken ulaşmış durumda ve umut ediyorum ki çözüm başka bir hakikat taşıyıcısı liderin bu konuma ulaşmasıyla gerçekleşmez. Umudum, çözüme giden yolda direnişin ancak kendimiz hakkında ürettiğimiz tarihte ve anlatılarda ve “hakikat” ile farklı ilişkide hayat bulması ile gerçekleşmesidir.


Çeviren: Yunus Yücel


DİPNOTLAR


[1] Dima Rousseff’in azledilmesi sonrası yerine geçen Michel Temer kastediliyor (çev.).

[2] Dilma Rousseff (çev.).

[3] Brezilya’da Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Ernesto Araujo küresel ısınmanın Marksist bir komplo ürünü olduğunu savunmuştur. Yazar iklim değişikliğine karşı siyasetin “ideolojik siyasetin” ürünü olarak gören yeni kabinenin bu pozisyonuna gönderme yaparak “ideolojik olmayan siyaset” ve küresel ısınma arasındaki bağa gönderme yapıyor (çev).

[4] Ulaşım eylemlerine yol açan ulaşım zammı bilet fiyatlarının 2,90 Reais’den 3,10 Reais’e yükselmesi ile başlamıştı (çev.).


Kaynak: 

https://ayrintidergi.com.tr/brezilyada-hakikat-ve-siyaset/







Ankaralılar yaz gelince ne yaparlar?

  https://filmmirasim.ktb.gov.tr/