6 Mart 2023 Pazartesi

ölümle ilgili kendimize anlattığımız 4 hikaye





Filozof Stephan Cave karanlık fakat zorlu bir soruyla konuşmasına başlıyor: Öleceğinizin farkına ilk ne zaman vardınız? Daha da ilginci: Ölümün kaçınılmazlığına neden bu kadar karşı koyuyoruz? Bu etkileyici konuşmada Cave, "ölümün dehşetiyle başa çıkabilmek için" kendimize anlattığımız,(medeniyetlere yayılmış) 4 farklı öyküyü inceliyor.


 0:11 


Bir sorum var: Burada hanginiz öleceğinin farkına vardığı ilk anı hatırlıyor?


0:20 


Ben hatırlıyorum! Küçük bir çocuktum ve büyük babam yeni ölmüştü. Bir kaç gün sonra yatağımda uzanırken, ne olduğunu algılamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Ölmüş olması ne anlama geliyordu? Nereye gitmişti? Sanki gerçeklikte bir delik açılmış ve onu yutmuştu. Ardından aynı tüyler ürpertici şeyin farkına ben de vardım. Eğer o ölebildiyse, aynısı bana da olabilir miydi? Gerçeklikteki o delik, tekrar açılıp beni de yutabilir miydi? Uyurken yatağın altından açılıp beni yutabilir miydi? Hayatlarının bir döneminde tüm çocuklar ölümün farkına varırlar. Tabii ki hepsi farklı şekillerde olur ve genellikle aşamalar halindedir.Yaşlandıkça ölüme bakış açımız değişir. Ve hafızanızın karanlık köşelerine bakarsanız eğer, sizler de benim hissettiğim gibi bir şeyi hatırlayabilirsiniz. Büyükbabam öldüğünde, bunun benim başıma da gelebileceğini fark etmem, tüm bunların arkasındaki duygu; boşluğun bekliyor oluşuydu.


1:27


Ve çocukluktaki bu değişim, türümüzün değişimini yansıtıyor. Aynı şekilde çocukluk gelişiminizin bir noktasında, benlik algınız size ölümlü olduğunuzu hissettirecek kadar gelişmiştir. Aynı şekilde türümüzün evriminin bir noktasında, ilk insanların benlik ve zaman algısı yeteri kadar gelişmiş ve şu olguyu fark etmelerine sebep olmuştur: “Bir gün öleceğim.” Bu, kabul ederseniz, bizim lanetimiz. Böylesine zeki olmamızın bir bedeli. Hep şunu bilerek yaşamak zorunda kalacağız; olabilecek en kötü şey bir gün kesinlikle olacak, tüm projelerimizin, umutlarımızın hayallerimizin, kendi dünyalarımızın sonu gelecek. Her birimiz, kişisel kıyametimizin gölgesinde yaşıyoruz.


2:24


Ve bu düşünce korkutucu, ürkütücü. Bu yüzden bir çıkış yolu arıyoruz. Benim durumumda ise; yaklaşık beş yaşımdayken anneme soru sormaya başlamamdı. İlk olarak öldüğümüzde ne olduğunu sorduğumdaetrafımdaki yetişkinler, tipik bir İngiliz tuhaflığı ve gönülsüz bir Hristiyanlık karışımıyla ve en çok duyduğum cümleyi de kullanarak büyük babamın nerede olduğunu yanıtladılar: “Yukarıda bizi izliyor.” Ve eğer ben de ölürsem, böyle bir şey olmazdı tabii, o zaman ben de yukarı çıkardım. Bu da, ölüm kavramını sanki birvaroluşsal asansöre dönüştürüyordu. Bu pek de mantıklı gelmedi elbette. O zamanlar TV’de, çocuklar için bir haber programı izliyordum ve o dönem uzay keşifleri dönemiydi, gökyüzüne sürekli roketler gönderiliyordu, uzaya, yukari. Ama astronotların hiçbiri döndüklerinde büyük babamla ya da diğer ölü insanlarla tanıştıklarından bahsetmediler. Ama korkuyordum, o varoluş asansörüne binip dedemi görmeye gitmek, uyurken boşluk tarafından yutulmaktan kulağa daha hoş geliyordu.. O yüzden ben de inandım,pek mantıklı gelmediyse de…


3:40


Çocukluğumda yaşadığım ve yetişkinlik dönemi de dahil olmak üzere süregelen bu düşünce sürecini,psikologlar şöyle adlandırıyor; ‘yanlılık’. Yanlılık; olayları sistematik olarak yanlış algılamamız, yanlış hesaplamamız, yanlış değerlendirmemiz, gerçeği çarpıtmamız ya da görmek istediğimizi görmemizdir.Benim bahsettiğim yanlılık ise şu şekilde yürür: Bir kimseyi, öleceği gerçeğiyle yüzleştirin, onlar da, bunun doğru olmadığını söyleyen, aslında sonsuza kadar yaşayabileceklerini söyleyen herhangi bir hikayeye inanırlar. hatta bu hikaye ‘varoluş asansörü’ olsa bile… Gördüğümüz gibi; bu en büyük yanlılıktır. Bu durum, 400″ün üzerinde deneysel çalışmayla kanıtlanmış. Bu çalışmalar çok zekice fakat oldukça basit.Şu şekilde yürütülüyor: İki grup insan alıyorsunuz ilgili özellikleri birbiriyle aynı olan. Bir gruba öleceklerini hatırlatıp, diğerine bir şey söylemiyor ve davranışlarını karşılaştırıyorsunuz. Ve gözlemliyorsunuz ki; ölümlü olmanın farkındalığı, insan davranışını nasıl da yanlılaştırıyor. Ve her seferinde aynı sonuçları alıyorsunuz.Ölümlülüğün farkına varan insanlar, sonsuza kadar yaşayabileceklerini ve ölümden kaçabileceklerini anlatan hikayelere daha çok inanmak istiyorlar. Bir örnek vereyim; yakın zamanda yapılan bir çalışmaagnostik iki grup üzerinde uygulanmış. Agnostikler, dini inançları konusunda kararsız kişilerdir. Bir gruba ölmüş olduklarını düşünmeleri söyleniyor. Diğer gruba ise yalnız olduklarını. Daha sonra tekrar dini inançları soruluyor. Ölü oldukları düşünülmesi istenen grupta tanrı ve İsa’ya inandıklarını belirtenler iki katına çıkıyor. İki katına! Öncesinde hepsi eşit derecede agnostik olmalarına rağmen. Yani, içlerine ölüm korkusunu saldığınızda, İsa’ya koşuyorlar.


5:40


Bu gösteriyor ki; insanlara ölümü hatırlatmak; onları yanlılaştırıp, inanmalarını sağlıyor, kanıt olsun ya da olmasın. Bu sadece din için değil herhangi bir formda ölümsüzlüğü vaat eden tüm inanç sistemleri için geçerli. Şöhret olsun, çocuk sahibi olmak olsun, ve hatta milliyetçilik bile, ki büyük bir bütünün parçası olarak yaşamayı vaat eder. Bu, insanlık tarihinin seyrini değiştiren bir yanlılık.


6:08


Bu yanlılığın ardındaki teori, 400’den fazla çalışmada adı geçen; ‘terör yönetimi kuramı’dır. Fikir ise oldukça basit. Şöyle ki: Dünya görüşümüzü geliştiriyoruz, dünya ile ve bizim onun içindeki yerimiz ile ilgili hikayeleri geliştiriyoruz. Böylece ölümün dehşetiyle başa çıkabilmeye çalışıyoruz. Bu ölümsüzlük hikayeleri, binlerce farklı şekilde tezahür ediyor. Fakat, bu çeşitliliğin arkasında aslında sadece dört tane, basit formda ölümsüzlük hikayesinin olduğunu düşünüyorum. Görebiliyoruz ki bu hikayeler, dile bağlı olarak küçük değişikler gösterse de, tarih boyunca kendilerini tekrar etmişler. Şimdi, kısaca bu dört, basit formdaki ölümsüzlük hikayelerini tanıtacağım. Ve sizlere, her kültür ve jenerasyonda, nasıl anlatılageldiğini o zamanın dilini de kullanarak açıklamaya çalışacağım.


7:04


İlk hikaye, en basit olanı. Ölümden kaçmak istiyoruz. Bunu da, bu vücutta ve bu dünyada sonsuza kadar yapma hayali, birinci ve en basit olanı. Başta inanılmaz gibi gelebilir. Fakat aslında tarihte, neredeyse tüm kültürlerin hayat iksiri ya da gençlik çeşmesi efsanesi veya miti vardır ya da bir şekilde sonsuza kadar yaşama vaadi. Eski Mısır’da böyle efsaneler vardı, eski Babil’de, eski Hindistan’da.. Avrupa tarihinin tamamında, simyacıları görürüz ve tabii ki bugün de hala buna inanırız. Sadece bu hikayeyi kendimize anlatırken, bilim dilini kullanırız. Bundan yüz yıl önce, hormonlar daha yeni keşfedilmiş ve insanlar, hormon tedavisinin yaşlanma ve hastalıkları ortadan kaldıracağını umut etmişlerdi. Şimdiyse umutlarımızı, kök hücre, genetik mühendisliği ve nanoteknolojiye bağladık. Ne var ki, bilimin ölümü tedavi edebileceği fikri,medeniyet kadar eski olan sihirli iksir hikayesinin bir başka bölümü sadece… Her şeyini iksiri bulma ve sonsuza dek hayatta kalma fikrine adamak riskli bir strateji. Tarihe şöyle bir bakığımızda, geçmişte sürekli bir iksir arayan insanların şu anda tek bir ortak noktası var; hepsi ölü.


8:28


O yüzden ikinci bir plana ihtiyacımız var ve bu B planı tam da ikinci tür ölümsüzlük hikayesinin vaadi;yeniden diriliş. Şu fikre sadık kalıyor: “Ben bu vücudum.” “Bu fiziksel organizmayım.” ve “Bir gün mutlaka öleceğim.” fikrini kabul ediyor. Ancak buna rağmen diyor ki; “Dirilip yeniden yaşayabilirim.”. Diğer bir deyişle; “İsa’nın yaptığını yapabilirim.”. İsa öldü, kabrinde üç gün kaldı ve sonra kalkıp yaşamaya devam etti. Hepimizin yeniden dirilip yaşayabileceği fikri ise oldukça yaygın bir inanış, yalnızca Hristiyanlarda değil, Yahudiler ve Müslümanlarda da. Ancak bu hikayeye inanma arzumuz öylesine derinlere yerleşmiş ki, bilim çağına uyarlayıp, bu hikayeyi yeniden icat ediyoruz. Örneğin; ‘kriyobiyoloji’ fikri. Bu fikrin temeli;öldüğünüzde, dondurulmak ve bir gün teknoloji yeterince geliştiğinde çözdürülüp, tamir edilerek yeniden hayata dönmektir. Yani, kimileri her şeye kadir bir tanrının kendilerini dirilteceğine inanırken, diğerleri ise her şeye kadir bir bilim adamının dirilteceğine inanıyor.


9:34

Kimileri içinse, tüm bu yeniden dirilme ve mezardan çıkma fikri, adeta, kötü bir zombi filmi gibi. Onlara göre vücut; sonsuz yaşam için gereğinden fazla güvenilmez ve kusurlu. Bu yüzden onlar umutlarını, üçüncü bir ölümsüzlük hikayesine bağlarlar. Vücudu geride bırakıp, ‘ruh’ olarak yaşama fikrine. Dünyanın büyük çoğunluğu ruhlarının olduğunu düşünüyor ve pek çok dinin merkezinde bu fikir yatıyor. Her ne kadar, yeni şekliyle ya da eski şekliyle olsun ‘ruh’ fikri hala oldukça popülerse de, yine de bu fikri dijital çağa yeniden uyarlıyoruz. Örneğin; vücudunuzu geride bırakıp, aklınızı, özünüzü bir bilgisayara yükleyerekbir avatar olarak yaşamaya devam etme fikri.


10:24


Elbette kuşkucu olanlar derler ki; bilimin sunduğu kanıtlara bakılırsa, özellikle de nörobilimin, aklınızın, özünüzün gerçek sizin, vücudun belirli bir kısmına olukça bağlı olduğu görülür bu kısım; beyindir. Bu şüphecilerse dördüncü bir ölümsüzlük hikayesinde teselli bulurlar. Bu; ‘miras’tır. Dünyada bıraktığınız yankı ile yaşamaya devam etme fikri. Tıpkı Yunan savaşçı Aşil gibi. Truva’da savaşarak hayatını feda eden ve böylece ölümsüz bir ün kazanan… Ün kazanma isteği geçmişte olduğundan daha yaygın ve popüler.Dijital çağımızda ise, elde etmek çok daha kolay. Aşil gibi büyük bir savaşçı olmanıza gerek yok, büyük bir kral veya bir kahraman olmanıza da. Tek ihtiyacınız olan; İnternet bağlantısı ve komik bir kedi. Ancak bazı insanlar daha somut, daha biyolojik bir miras bırakmak ister — çocuk mesela. Veya onlar, yaşamaya devam etmek için; daha büyük bir bütünün, milletin, ailenin, kabilenin ya da gen havuzunun bir parçası olmayı umarlar. Ancak yine kimi şüpheciler, mirasın gerçekten de ölümsüzlük mü olduğundan şüphe ederler. Woody Allen mesela, demişti ki; “Hemşehrilerimin kalbinde yaşamaya devam etmek istemiyorum.Kendi dairemde yaşamaya devam etmek istiyorum.”.


11:39


İşte bunlar; dört, temel ölümsüzlük hikayesi ve ben sadece nesilden nesile, çok küçük farklarla anlatılagelip, günümüz modasına nasıl uyarlandığını göstermeye çalıştım. Böylesine, farklı inançlarda benzer şekillerde ortaya çıkmış olmaları, sanıyorum ki; bu hikayelerin herhangi bir versiyonuna şüpheci yaklaşmamız gerektiğine işaret ediyor. Bazılarının her şeye kadir bir tanrı, diğerlerininse bir bilim adamı tarafından yeniden diriltileceğine inanıyor olduğu gerçeği gösteriyor ki; hiç biri bu inancı kanıtların güçlü oluşundan taşımıyor. Aksine, inanıyoruz çünkü bunlara inanmak için yanlılaşmışız. Ve inanmak için yanlılaşmışız çünkü ölümden çok korkuyoruz.


12:30


Asıl soru şu ki; sahip olduğumuz tek hayatı korku ve inkar dolu bu yolda harcamaya mahkûm muyuz yoksa yanlılığın üstesinden gelebilir miyiz? Yunan filozof Epikuros yapabileceğimizi düşünüyordu. Ölüm korkusunun doğal olduğunu ancak mantıklı olmadığını savunuyordu. “Ölüm,” derdi, “bizim için hiçbir şey,çünkü bir buradayken, ölüm yok ölüm geldiğinde ise biz gitmiş olacağız.” Bu, sık sık söylenir fakat gerçekten kavramak ve özümsemek zordur. Çünkü tam da bu ‘gitmiş olma’ düşüncesi hayal etmesi güç bir şeydir. 2000 yıl sonra başka bir filozof, Ludwig Wittgenstein, şöyle söylemiştir: “Ölüm hayatın içindeki bir olay değildir. Biz ölümü tecrübe etmek için yaşamayız.” “ve bu yüzden” diye eklemiştir; “bu anlamda, hayatın sonu yoktur.”.


13:26


Yani, çocukken boşluk tarafından yutulma korkum gayet doğaldı. Fakat mantıklı değildi. Çünkü boşluk tarafından yutulma herhangi birimizin tecrübe edebileceği bir şey değil.


13:41


Bu yanlılığın üstesinden gelmek kolay değil, çünkü ölüm korkusu içimizde çok derinlere işlemiş. Ne var ki, korkunun kendisinin mantıksız olduğunu gördüğümüzde ve korkunun bilinçaltımızda bizi yanlılığa itebileceğini açığa çıkardığımızda, en azından, korkunun hayatımızdaki etkisini en aza indirmeye başlayabiliriz.


14:02


Ben, hayatı bir kitapmış gibi görmenin yararlı olduğunu düşünüyorum. Tıpkı bir kitabın, kapaklarıyla, başı ve sonuyla sınırlı olması gibi, hayatlarımız da doğum ve ölümle sınırlı. Bir kitap, başı ve sonuyla sınırlı olsa da uzak diyarları barındırabilir içinde, egzotik figürleri, muhteşem maceraları… Bir kitap, başı ve sonuyla sınırlı olsa da içindeki karakterler sınır tanımazlar. Onlar sadece hikayelerini yaratan anları bilirler, hatta kitap kapandığında bile… Bir kitabın kahramanları, son sayfaya gelmekten korkmazlar. Long John Silver, sizin ‘Hazine Adası’nı bitirmenizden korkmaz. Bizim içinde böyle olmalı. Hayat kitabınızı düşünün,kapaklarını, başını ve sonunu, doğumunuzu ve ölümünüzü… Yalnızda aradaki anları bilirsiniz, hayatınızı yaratan anları… Kapaklarının ardında ne olduğundan korkmanız anlamsız, doğumunuzdan öncesinden ya da ölümünüzden sonrasından… Kitabın ne kadar uzun olduğundan da endişe etmemelisiniz, çizgi roman mı yoksa destan mı olduğundan da… Önemli olan tek şey iyi bir hikaye yaratmanız…


15:18


Teşekkürler.



Çeviri: Ziynet Boz

Gözden Geçirme: Emre Kocahan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ankaralılar yaz gelince ne yaparlar?

  https://filmmirasim.ktb.gov.tr/