ABELARD ve HELOlSE / MEKTUPLAR
Filozof ve şair Pierre Abelard ile öğrencisi Heloise arasındaki dramatik aşk, Fransa tarihinin en iç burkucu sayfalarından birini oluşturur.
Abelard 1079 yılında Nantes yakınlarında doğdu. İlk gençliğinden başlayarak felsefeyle ilgilendi. O günlerde felsefenin dinden ayrı düşünülmesi olanaksızdı. Abelard’ın dehası kısa zamanda Paris’i fethetti. Öğrendiklerini yorumlayışı ve eleştirileri Notre Dame’daki din bilim sınıflarının her derste tıklım tıklım dolmasına yol açıyor, Paris üstat Pierre’i dinlemeye koşuyordu. O günlere göre çok tehlikeli bir şey yapıyordu Abelard: Hıristiyanlık ahlakını tartışıyordu.
Pierre Abelard Fransız tarihinin Rönesans’ın doğmasına ışık tutan filozof ve şairlerinden biriydi. Akıcı felsefeyi savunan ilk insanlardan sayılırdı. Abelard öğrencilerine özel ders verirken; 1116 yılında Abelard dayısı tarafından derse gönderilen güzel Heloise ile tanışır.
Abelard 37, Heloise 15 yaşındaydı. Heloise yanında yaşadığı dayısı Flubert’in de onayı ile Abelard’ın öğrencisi oldu. Flubert için yeğeninin böylesine ünlü birinden ders alması büyük onurdu.
Birliktelikleri kısa sürede fikirsel alışverişten, fiziksel ilişkiye ve ömür boyu sürecek bir aşka dönüşüverdi. Dayı Flubert, filozof ile öğrencisi arasındaki ilişkiyi fark edince (Onları yatakta yakalayınca…) ayrılmak zorunda kaldılar. Kimilerine göre Heloise’i yetiştiren Flubert aslında dayısı değildir, kimilerine göreyse, dayısı olsa bile Heloise’de gözü vardır. Ayrılıklarından bir süre sonra Heloise’nin hamile olduğu anlaşılınca, Abelard onu dayısının evinden kaçırdı. Brötenyadaki ailesinin yanına götürdü. Héloise 1118’de burada bir erkek çocuk doğurdu ve adını Pierre Astrolabe koydular.
Abelard, Heloise’nin dayısının onları bağışlaması ve birlikteliklerinin meşru kılınması için Heloise ile evlenmeye karar verdi. Bunu da Flubert’e bildirdi. Héloise evliliğin Abélard’ın filozof kişiliği ile bağdaşmayacağını düşünmekteydi. Evlendiler ama Flubert’e göre, Heloise herkesin gözünde gayri meşru çocuk sahibi ahlaksız bir kadın olmuştu. Abelard Heloise’yi bir manastıra göndererek dayısının gazabından korumaya çalıştı. Ama kendini korumayı beceremedi. Flubert bir söylentiye göre bizzat, bir söylentiye göre de dört akrabasının marifetiyle, bir gece Abelard’ın odasına yapılan baskın sonucu onu hadım etti.
Tüm şöhretini ve yaşamını yıkıma uğratan bu dramatik olay Abelard’ı derinden sarstı. O güne kadar yalnızca felsefesiyle uğraştığı dine kendini bütünüyle adamaya karar verdi ve aynı kararı vermesi için Heloise’i de zorladı. Heloise itiraz etmedi ve Argenteuil Manastırı rahibeleri arasına katıldı. Abelard ise Saint Denis rahiplerinden biri oldu.
Abelard aşağılanmış ve umarsızlığa düşmüştü. Küçük bir manastır kurdu ve adını ” Sığınak” koydu. Burada yoksulluk içinde yaşadı. Sonra Aziz Gildas manastırından gelen çağrıyı kabul etti. Bu sırada Heloise ve onunla birlikte birkaç rahibe de Argenteuil Manastırından kovulmuşlardı. Abelard onlara Sığınak’ a yerleşmelerini önerdi. Heloise kısa sürede Küçük manastırı saygıdeğer bir yer haline getirdi. İki sevgilinin mektuplaşmaları bu sırada oldu. Bir gün Heloise’nin eline bir mektup geçer. Heloise de “Elin… Elin değmiş bu mektuba…” diye başlayan bir mektup yazar ve mektuplaşmaları böylece başlar.
Abelard 1142 yılında 63 yaşında Papa’ya gidip kendini bağışlatmak için Roma yollarına düşmüşken, dinlenmek için sığındığı Cluny Manastırında son nefesini verdi. Heloise ise sevgilisinden 22 yıl sonra Sığınak’ta yine 63 yaşında 1164 yılında öldü.
İki sevgilinin cansız gövdeleri de, yaşamları boyunca olduğu gibi zor buluştu. Uzun maceralardan sonra, 1817 yılında bir polis komiseri nezaretinde birleştirildi. Şimdi Paris’in ünlü Pere Lachaise Mezarlığında yan yana yatıyorlar. Mezarları sık sık sevdalıların ziyaretine uğrar ve çiçekleri hiç eksilmez.
Fransız tarihinin en iç burkucu olaylarından biri olan bu dramatik aşk öyküsü, İngiliz yazar Ronald Duncan tarafından yalın, akıcı bir dille oyunlaştırılmış. İki sevgilinin yaşam öyküleri ve birbirlerine yazdığı aşk mektuplarından yola çıkarak Duncan tarafından yazılan bu şiir-oyun metni, sekiz yüz yıldır insanları duygulandıran bu dramatik olağandışı öykünün duygu yoğunluğunu en iyi yansıtan çalışmalardan biri. Zeynep Avcı tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
Abelard ile Heloise’in birbirlerine Latince yazdıkları mektuplar aslında yedi tane. Abelard dört mektup, Heloise ise üç mektup göndermiş. Ronald Duncan eserinde bu mektupları bölerek on ikiye çıkarmış.
*
Mektuplardan
"Ben böyle seviyorum işte: Zarafetini, gaddarlığını, inceliğini, kabalığını, olduğun şairi, olmadığın erkeği seviyorum. Bir zamanlar çocuk olduğun ve bir gün ceset olacağın için seni seviyorum. Hem gövdeni, hem aklını seviyorum. Yalnızca boynunun düzgün çizgilerini değil, koltuk altının terini de seviyorum. Kanımı tutuşturan gücünü de, çocuk gibi elinden tutma hissi uyandıran güçsüzlüğünü de seviyorum… Tanrı böyle sevemiyorsa ben de sevgimi Tanrı yaparım! – HELOİSE"
"Aşk mülkiyetçi olmamalı diyordum çünkü aşkın mülkiyetini kullanıyordum. İnsan aşkı hep mülkiyetçidir. Ne yazık ki apaçık görüyorum şimdi. Belki Tanrı’nınki de böyledir. “Tarih beni bir şair, bir filozof olarak değil, bir sevgili, senin sevgilin olarak hatırlayacak. Ve ben sevmeyi bilmiyorum” – ABELARD"
ABELARD
I. MEKTUP
Elin… Elin değmiş bu mektuba.
Teşekkür ederim; Bana yazmamışsın ama..
Elbette tanıdım yazını; Değişmemiş hiç.
Değişen bir şey olmadı zaten, acı bile aynı acı.
Bana gönderilmemiş ama, mektubu ben okudum
Utanmadım, kimseye de ihanet etmedim.
Suskun geçen bunca yıldan sonra, hesap verecek değildim.
Şimdi de vermeyeceğim.
Elin değmiş bu mektuba!
Aşık olduğum elin. O aşka susamışım.
Hakkım var o elin yazdığı mektubu açmaya.
Merakım cezasını buldu işte.
Nerden bilirdim her satırda adımı okuyacağımı?
Uzun bahtsızlığımızın kısa hikayesini yazdığını nasıl tahmin ederdim?
Düşünüyordum, hatta korkuyordum,
uzun süren suskunluğun ya benden çalınmış huzursa,
ya beni unutacak kadar güçlenmişsen…
Oysa ancak anılara teslim olmayacak kadardı benim gücüm.
On yıldır dökemediğim göz yaşlarımdır delilim.
Nasıl bilebilirdim,
senin de hala acı çektiğini, tıpkı benim gibi?
Erkeksin sen, akıllı, nitelikli.
Tüm Hıristiyanlık birleşse, dolduramaz yerini.
Kendimi avutuyordum o bir erkek diyordum.
Senden beklememeliydim, bendeki duygusallığı.
Biliyor musun, başım göğe ererdi sana bakarken.
Sanki bende olmayan her şey sende vardı.
Sanıyordum ki, tüm acıları geride bırakacak kadar güçlüsün.
Yanılmışım… Zayıflıktan değil acıların.
Öylesine güçlüsün ki, göz göze yaşıyorsun acılarla.
Sakınmıyorsun, gözlerini kaçırmıyorsun onlardan.
Istırabın duruyor önümde satır satır, hem de el yazınla.
– Ah, Abelard! Dokunuşlarını bana taşıyan
o kağıdı, o mürekkebi nasıl seviyorum…-
O kör yıllar boyunca sakladığım acı
çıkıyor yüreğimden,
karşıma dikiliyor; bakıyorum:
Aynı yaşlardayız onunla, boyumuz bosumuz aynı.
Tepeden tırnağa Ben'im bu acı.
Artık saklayamıyorsam onu kendimden,
nasıl saklarım, bir zamanlar bütün varlığımla
teslim olduğum senden?
– Bir zamanlar… Nasıl iç burkuyor bu sözler…-
Bir zamanlar, gövdesini gövdeme kattığım birine,
rol mü yapayım, ketum mu davranayım?
Gecenin doruklarında dört nala koşturmuştuk bedenlerimizi,
daha da doruklara çıkmıştık doğan güneşlerle.
Biliyorum böyle yazmasa gerek benim gibi bir rahibe.
Özür diliyorum, ama yazan rahibe değil.
Örtüldük tepeden tırnağa, ama kadınız biz.
Bu örtünün altındaki de Heloise, her dişiden daha fazla dişi.
Ve aşk… Ona bir Abelard öğretisi.
Yalnızca kendime acımıyorum;
Tüm varlığım acıdan kıvransa da, merhametim biraz da sana.
Hiç bir şey unutturamaz bana yazıların yüzünden çektiklerini.
Nasıl da zalim bu anılar…
Unutamıyorum dehanın nasıl ödüllendirildiğini?
Hasetle ve kötülükle!
Unutamıyorum çalışmalarının lanetlenişini, yakılarak alevler içinde…
Mısralarının kafasız kafalarca nasıl aşağılandığını,
nasıl da kafir denildiğini sana… unutabilir miyim?
Sonunda fırlatıp attılar seni dünyanın dışına.
Küçücük bir manastır kurdun kadınlara, adını “Sığınak” koydun.
Ne iğrenç lekeler sürdüler amacına…
Huzur ararken kendin de manastıra kapanınca,
nasıl attılar seni aralarından, kardeş deyip bağrına
Atarlar elbette!
Sıradan olduklarını hatırlıyorlardı seni gördüklerinde.
Mektubun bütün bunları bir daha yaşattı bana.
Okurken gözyaşları döktüm senin için.
Ah, keşke hiç yazmasaydın…
Nicedir içimde topladığım bir damlacık güç kayboldu işte.
Her yazdığını bizi tüketen ağır aksak ölümü yaşayarak okudum.
Sevdalılar gözleriyle tadarlar ıstırapları.
Ben de gözlerimle kavramıştım acını.
Dayım yok ettirdikten sonra erkekliğini, hani, çekip gittin ya…
Peşine taktım gözlerimi.
Beni burada bıraktığında da öyle.
Şimdi aynı gözlerle satır satır acını okuyorum.
O gözlerin yaş dökmesi garip mi?
Yanılma, merhamet değil istediğim.
Belki yazarsın bana diye yazıyorum yalnızca.
Zulmetme bana, reddetme beni.
Senden başka kimselerin veremeyeceği dermanı yolla:
Bir mektup… Bu kez senden bana.
Bırak, sana ait her şeye, sadakatle üzüleyim.
Bahtsızlıkta olsa, her şeyi bileyim.
İç çekişlerim karışırsa seninkilere,
Belki ikimizin de acısı hafifleyecektir, Ne dersin?
İçimden hiç gelmiyor ama, sen istersen,
mektubumu şöyle de bitirebilirim:
Sonsuza kadar, elveda…
HELOİSE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder