29 Nisan 2023 Cumartesi

SİS - Tevfik Fikret

 SİS 


(Açıklamalı)



Sarmış yine âfakını bir dûd-i muannid, 

Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid. 

Tazyikinin altında silinmiş gibi eşbâh, 

Bir tozlu kesafetten ibaret bütün elvâh;

Bir tozlu ve heybetli kesafet ki nazarlar



[ Ufuklarını yine inatçı bir duman sarmış, 

Bir beyaz karanlık  ki  gittikçe çoğalan

tazyikinin altında cisimler silinmiş gibidir,

bütün levhalar tozlu bir kesafetten ibarettir;

bir tozlu ve heybetli kesafet ki bakışlar. ]





Dikkatle nüfuz eyliyemez gavrine, korkar! 

Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim, 

Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-i mezâlim, 

Ey sahn-i mezâlim... Evet, ey sahne-i garrâ, 

Ey sahne-i zî-şa'şaa-î hâile-pîrâ! 



[ Dikkatle dibine işleyemez, korkar!

Lakin bu derin, karanlık örtü sana lâyık,

bu örtünme sana lâyık! Ey zulümler sahnesi!

Ey zulümler sahnesi.. Evet, ey gösterişli sahne,

Ey facia süsleyicisi şaşaalı sahne! ]





Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezarı; 

Şarkın ezelî hâkime-î câzibedârı; 

Ey kanlı muhabbetleri bî-lerziş-i nefret 

Perverde eden sîne-i meshûf-i sefâhet; 

Ey Marmara'nın mâi der-âgûşu içinde 

Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde; 

Ey köhne Bizans, ey koca fertût-i musahhir, 

Ey bin kocadan artakalan bîve-yi bakir; 

Hüsnünde henüz tazeliğin sihri hüveydâ, 

Hâlâ titirer üstüne enzâr-i temâşâ. 

Hâricden, uzaktan açılan gözlere süzgün 

Çeşmân-ı kebâdunla ne munis görünürsün. 

Munis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis; 

Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his. 

Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hiyânet 



[ Ey şaşaanın, tantananın beşiği, mezarı;

Doğu'nun ezeli cazibeli hakimesi;

ey kanlı sevgileri nefretle titremeden

besleyen sefahate susamış göğüs;

Ey Marmara'nın mavi kucaklayışı içinde

ölmüş gibidalgın uyuyan canlı yığın;

ey köhne Bizans, ey  büyüleyici koca bunak,

ey bin kocadan artakalan bakir dul;

güzelliğinde henüz tazeliğin sihri aşikar;

hala seyreden gözler üstüne titrer.

Dışardan, uzaktan açılan gözlere süzgün,

mavi gözlerinle ne munis görünürsün.

Munis, fakat en kirli kadınlar gibi munis:

üstünde coşan ağlamaların hepsine karşı hissiz.

Daha kurulurken, bir hıyanet eli. ] 





Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet! 

Hep levs-i riyâ dalgalanır zerrelerinde, 

Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde; 

Hep levs-i riya, levs-i hased, levs-i teneffü'-

Yalnız bu... Ve yalnız bunun ümmîd-i tereffü'- 



[ Temeline lanetin zehirli suyunu katmış gibi!

Zerrelerinde hep riya kiri dalgalanır,

içlerinde bir saflık zerresi bulamazsın.

Hep riya kiri, haset kiri, menfaatçilik kiri:

yalnız bu... Ve yükselme umudu yalnız bunun. ]





Milyonla barındırdığın ecsâd arasından 

Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ü dırahşân? 

Örtün, evet, ey hâile... Örtün, evet, ey şehr; 

Örtün, ve müebbed uyu, ey fâcire-yî dehr!.. 

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; 



[ Milyonla barındırdığın cesetler arasında

pak ve parlak çıkacak kaç alın vardır?

Örtün, evet, ey facia... Örtün, evet ey şehir;

Örtün ve ebediyen uyu, ey dünya fahişesi

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;]




Katil kuleler, kal'ali, zindanlı saraylar; 

Ey, dahme-i marsûs-i havâtır, ulu ma'bed; 

Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed, 

Mazileri atîlere nakletmeye me'mûr; 

Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-î sûr;



[ Katil kuleler, kaleli, zindanlı saraylar;

ey hatıraların sağlam türbesi olan ulu tapınak;

ey geçmişleri, geleceklere taşımaya memur;

birer bağlı dev gibi duran mağrur sütunlar;

ey dişleri düşmüş sırıtan sur kafilesi; ]




Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât; 

Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârât; 

Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler; 

Ey servilerin zıll-i siyahında birer yer 

Te'mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir: 



[ Ey kubbeler, ey şanlı Tanrı' ya yalvarma binaları;

ey doğruluğun adını taşıyan minareler;

ey damı çökük medreseler, mahkemecikler;

ey servilerin kara gölgesinde birer yer

temin edebilmiş nice bin sabırlı dilenci: ]




"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir; 

Ey türbeler, ey her biri pür-velvele bir yâd 

İkaaz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd; 

Ey ma'reke-î tîn ü gubâr eski sokaklar;



[ "Geçmişlere rahmet!" diyen mezar levhaları,

ey türbeler, ey her biri pek gürültülü bir hatıra

uyandırarak sessiz ve hareketsiz yatan atalar;

ey çamur ve tozun savaş yeri eski sokaklar; ]

 



Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar 

Viraneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ; 

Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ 

Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin; 

Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın 



[ Ey açılan her gediği bir vaka sayıklayan,

Viraneler, ey şerirlerin (itin- kopuğun) uyku ile dolu pusu yeri;

ey kapkara damlarıyla birer ayakta duran matemi

temsil eden asude ve yıpranmış evler;

ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa vatan olan ]




Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş, 

Yıllarca zamandan beri tütmek ne... Unutmuş; 

Ey mi'delerin zehr-i tekaazâsı önünde 

Her zilleti bel' eyleyen efvâh-ı kadîde; 

Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im 



[ Gamlı ocaklar ki acı acı ( acılıkla ) somurtmuş,

Yıllarca zamandan beri tütmek ne.. Unutmuş;

ey midelerin zorlamasının zehri önünde

her alçaklığı yutan iskelet ağızlar;

ey tabiatın lütfuyla en hazır ve verimli ( nimet veren ) ]




Bir fıtrata makrûn iken, aç, âtıl û âkım; 

Her ni'meti, her fazlı, hep esbâb-ı rehâyı 

Gökten dilenen zûll-i tevekkûl ki... Mürâyi! 

Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtaz 

İnsanda şu nankörlüğe tel'în eden âvâz; 



[ Bir yaradılışa yaklaşmış iken aç, işsiz, güçsüz, kısır,

Her nimeti, her fazileti ( veya lütfu ) bütün kurtulma sebeplerini

gökten dilenen tevekkül alçalması ki ..  İki yüzlü.

Ey köpeklerin sesi, ey söz söyleme şerefiyle imtiyazlı

insandaki nankörlüğe lanet okuyan çığlıklar, ]




Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrin, 

Ey nâtıka-î acz ü elem, nazra-ı nefrîn; 

Ey cevî-i esâtîre düşen hâtıra : nâmûs; 

Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs; 

Ey havf-ı müsellâh, ki haşaratına râci,

Öksüz, dul ağızlardaki her şekve-i tâli';



[ Ey faydasız ağlama, ey zehirli gülüş,

Ey aciz ve elemin konuşması olan lanet bakışı;

ey esatirin boşluğuna düşen hatıra: namus;

ey yüksek mevkilerin kıblesine çıkan yol: ayak öpme yolu; 

ey silahlı korku ki öksüz, dul ağızlardaki her kaderden şikayet

senin zararlarından doğmaktadır; ]




Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn 

Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn; 

Ey va'd-i mahâl, ey ebedî kizb-i muhakkak, 

Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak;



[ Ey şahsa dokunulmazlık ve hürriyetle birlikte

bir teneffüs hakkı veren kanun efsanesi;

ey olmayacak vaat; ey ebedi bilinen yalan;

ey mahkemelerden durmadan sürülen hak; ]




Ey savlet-i evham ile bî-tâb-ı tahassüs 

Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs; 

Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar;

Ey gayret-i milliye ki mebgûz ü muhakkar 

Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-i siyâsî; 

Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî;



[ Ey kuşkuların saldırması ile duygulanmaya mecali olmayan,

Vicdanlara uzatılan tecessüs ( gizlice araştırma ) kulağı;

ey tecessüs korkusundan kilitlenmiş ağızlar;

ey sevilmeyen ve hakaret gören milli gayretler ( ulusalcı çabalar ) ;

ey kılıç ve kalem, ey iki siyasi mahkum;

ey bilgi ( fazilet ) ve edebiyatın ( terbiye ) nasibi, ey unutulmuş yüz; ]




Ey bâr-ı hazerde iki kat gezmeğe me'lûf 

Eşraf ü tevabi' koca bir unsur-i ma'rûf; 

Ey re's-i fürû-bürde, ki akpak, fakat iğrenç; 

Ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç; 

Ey mâder-i hicrân-zede, ey hemser-i muğber;



[ Ey çekişme ( sakınma, korunma ) yüküyle iki kat gezmeye alışmış

eşraf ve uyruklar ( tabi olanlar ) koca bir maruf unsur;

ey aşağı eğilmiş baş, akpak fakat iğrenç;

ey taze kadın, ey onu takibe koşan genç;

ey ayrılık kahrına uğramış ana, ey kırgın eş; ]




Ey kimsesiz, âvâre çocuklar... Hele sizler, 

Hele sizler... 

Örtün, evet, ey hâile... Örtün, evet, ey şehr; 

Örtün, ve müebbed uyu, ey fâcire-î dehr!... 



[ Ey kimsesiz avare çocuklar.. Hele sizler,

hele sizler...

Örtün, evet, ey facia...Örtün, evet, ey şehir;

örtün, ve ebediyen uyu, ey dünya fahişesi... ]





- 18 Şubat 1317 -




Tevfik Fikret

( 1867 - 1915 )




      

Tevfik Fikret - S.76-79, 

Yaşar Nabi Nayır, Varlık Yayınları, 1995



*******


Tevfik Fikret bu şiirinde Boğaz'ın sisli bir sabahından aldığı ilhamla devrinin İstanbul'unu kötüler. Yedi yıl sonra Meşrutiyet'in ilanının ertesi günü yazdığı "Rücû" ( Dönüş ) bölümünde ise sözlerini geri alır, kötüleyişinin şehre değil, devre karşı olduğunu söyler.

9 Nisan 2023 Pazar

Haluk'un Veda'ı - Tevfik Fikret

 



"Tevfik Fikret, oğlu Haluk, Hüseyin Cahid Yalçın ve Mehmed Rauf aynı karede.

Kaynak: İstanbul Müzayede, 14 Ekim'de sonlanacak olan online mezat"



"Fotoğraf Ocak 1900'de Rübab-ı Şikeste'nin intişarı sebebiyle alınmış olmalı. Kaynak Servet-i Fünun. Şu resimle aynı zamanda çekilmiş sanki."



Haluk'un Veda'ı

Sirkeci, 3 Eylül 1325



Sen tren, ben vapurda pür-temkin

Atılırken— sen İskoç illerinin

Sisli, yağmurlu, karlı buzlu, fakat

Cidd ü himmet, vakaar ü hürriyyet

Dolu peyguule-i temeddününe,

Bense nâzende Bosfor'un köhne,

Köhne, âvâre, bî-haber, bî-zâr,

Belki cennet kadar tarâvet-dâr,

Fakat âlûde-yi kelâl ü kesel

Bir kenarında münharif, muğfel

Bir hayâtın firâs-ı uzletine,—

Ne düşündüm, bilir misin? Şu nine,

Şu sahi toprak, en sonunda... yazık,

Bunu benden mi duymalıydın!.. Arık

Ve bakımsız harâb olup gidecek.

Acı şeyler, Halûk, fakat gerçek!

Hani bir gün seninle Topkapı'dan

Geliyorduk; yol üstü bir meydan,

Bir çınar gördük; enli, boylu, vakuur

Bir ağaç; hiç eğilmemiş, mağrur :

Koca bir gövde; belki altı asır,

Belki ondan da fazla, dalgın, ağır,

Kaygısız bir ömür sürüp gelmiş;

Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş,

Ki civarında kubbeler, damlar

— Ser-te-ser secde-gîr-i istiğfar —

Onu hasyetle seyreder gibidir.

Duyulan hep onun menâkıbidir,

Görülen hep odur uzaklardan;

Bu mehâbetli gövde çırçıplak,

Ne yeşil bir filiz, ne bir yaprak...

Kuruyor; âh, pek yazık! Şu derin

Serha böğründe belki bir hâin

Baltanın, bir gazablı yıldırımın

Zehridir... Söyle, ey çınar, bağrın

Hangi odlarla yandı? Hangi siyah

Kurt içinden kemirdi? Hasta, tebâh,

Seni kim şimdi bağlayıp saracak?

Kim şifâlar verip de kurtaracak?

Şu dönen kargalar başında senin,

Söyle, bunlar mıdır zehirleyenin?


Söyle, ey muztarib vatan, bildir:

Çektiğin hangi kanlı seyyiedir?..


Bu geçit işte böyle dar, mu'vec;

Ey setaretli yolcu, sen yürü, geç.

Sen bu menhelde kalma, sıçra, atıl,

Bir ziya kârbânı bul ve katıl.

Gez, dolaş, kâinât-ı efkârı,

— Dâima önde, dâima yukarı! —

Pür-tehâlûk, hayât ü kuvvetten

Ne bulursan bırakma: san'at, fen,

İ'timâd, i'tinâ, cesaret, ümîd,

Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd.


Bize bol bol ziya kucakla, getir:

Düşmek etrafı görmemektendir.


Elveda, ey sevimli yolcu!

Gecen, Gündüzün dâimâ yüzün gibi şen,

Rûh-ı safın kadar besûs olsun;

Geçtiğin yer çiçek, çemen dolsun..

Elveda, ey şerefli yolcu! Hayât

Bir karış yol; fakat süûn, akabât

Onu her gün biraz büker, uzatır.

Ey setâretli yolcu, gün kısadır,

Gece ba'zan mahûf olur; lâkin

Sen cesur ol, gayur ol. En sakin

Yolculuk uykudur. Büyük kuşlar

Yenecek dalga, yok, kasırga arar.


İşte bir yol ki hep çakıl ve diken;

Geçeceksin yarın bu yoldan sen...

Geçeceksin, ayakların yorgun,

Ellerin serha serha, bağrın hûn,

Fakat alnın açık, yüzün handan,

Gözlerin ufka feyz ü nur akıtan

Bir tecellîye müncezib, meshûr...

Sen koşarsın, o tayf-ı nûr-â-nûr

Yaklaşırken uzaklaşır; çılgın

Bir tehalükle sen kucaklarsın,

O kaçar; kolların açık, meshûf

Atılırsın; o tâ uzakta mahûf

Bir dikenlikte gizlenir ve güler;

Sen koşarsın, kırık, ezik, muğber,

Ellerin serha serha, bağrın hûn;

Büsbütün tesne, büsbütün yorgun.

Sen yoruldukça yol uzar, artar;

Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar;

Çırpınır her dikende bir parçan...

Yine sen, pür-emel, önünde uçan

O esiri hayâli kapmak için

Atılır, yırtılır ve inlersin.


Varsın uçsun, bugün değilse yarın

O senindir, mükedder olma sakın.


Koşan elbet varır; düşen kalkar;

Kara taştan su damla damla akar,

Birikir, sonra bir gümüş göl olur;

Arayan hakkı en sonunda bulur...

Bunu hürmetle dinle; mazinin

Bu derin seslerinde bil ki senin

Bütün âtî-i sâkitin yaşıyor.

Oku hep ser-nüvist-i âlemi, sor

Bütün esrâr-ı istifasından.

Sana, bak, nev'inin bakaasından

Bahsederken beşer ne anlatacak:

Yaşamak hak, yaşatmamak... o da hak.


Adem evlâdı bıkmamış cidden

Ne ezilmek, ne hakkı ezmekten.

Duymamış hiç bu işte yorgunluk;

Bir tesekkî, hemen tokat, yumruk.

Yumruk elvermemiş, topuz vurmuş;

«Hak!» diyen ağzı tasla susturmuş.


O da kâfi değil, bugün karalar

Ve denizler zehirli kumbaralar,

Bombalar, güllelerle mâl-â-mâl.

Biraz âciz misin, zebun musun, al

Bir tokat, bir topuz, ya bir gülle;

İşte hakkın... Fakat güzel belle:

Sen de bir gün, cihan bu, kendinden

Daha âciz biriyle istersen

Aynı dilden tekellüm eylersin;

Sen de en gür belâgatinle sesin

Çıktığı, yettiği kadar gürler

Ve yakarsın... Semâ da şimşekler,

Yıldırımlarla aynı dersi verir:


Bütün âlem esir-i kuvvettir.


Buna razı değil ukuul, elbet

Haktadır, haktır en büyük kuvvet.

Dün sönük titreyen bu şübhe yarın

Bir müsa'sa' hakikat... Ey yarının

İnkılâb ordusunda çarpışacak

Kahraman, öğren işte kuvvet = hak!

Ve bu düştûr elinde, bî-pervâ

Yürü, dünyâyı fetheder bu liva.

Düne bir kerre bak: düşen, kalkan,

Hep delilinde haklı; hakkı yakan

Yine haktan alınma bir su'le;

Hakka baş kestiren kılıçta bile

Parlayan hak... Fakat senin kılıcın

Hakka sıyrılmasın, ya çarpılsın!


Beklerim bir zafer esasen ben

Kılıcından ziyâde kalbinden.


Ey Bizans'ın çürük, sukuut-âlûd

Kollarından, pür-istiyâk-ı suûd,

Sıyrılan yolcu, bakma arkana hiç;

Seni bir lâhza etmesin tehyiç

Onun ahlâkı solduran nazarı.

—Dâima önde, dâima yukarı!—

İşte fermân-ı azm ü pervâzın.

Uç git, eflâk-i sun'u i'câzın

Bütün etbâk-ı sârikında dolaş;

Fers'i geç, Ars'ı atla, Sidre'yi aş,

Gör ne var maverada ibret-hîz,

İ'tilâ; —ictirâ;— rehâ-engiz...

Topla, fırlat ne varsa, taş, iğne,

Şu muhitin şer-i rehavetine.

O biraz belki canlanır, ve senin

Zahmetin, himmetin, ve fazlın için

Koyar elbet vatan, bu hasta nine

Bir sıcak buse terli nâsiyene!..



Tevfik Fikret

Haluk'un Defteri 



* Fikret bu şiiri oğlu Halûk'un öğrenim için 3 Eylül 1325 (16 Eylül 1909) tarihinde İskoçya'nın Glasgow kentine gitmesi üzerine yazmıştır. 



Günümüz Türkçe'siyle



Sirkeci, 16 Eylül 1909


Sen trende, ben vapurda ağırbaşlı

Atılırken— sen İskoç ellerinin

Sisli, yağmurlu, buzlu, karlı

Ama iş ve uğraş, onur ve özgürlük

Dolu uygarlaşmış köşelerine;

Bense nazlı Boğaziçi'nin köhne,

Eski, uçarı, ilgisiz, bezgin,

Belki cennet kadar taze,

Fakat yorgun ve usanmış,

Bir kıyısında sapmış, aldanmış

Bir hayatın ıssız döşeğine,—

Ne düşündüm, bilir misin? Şu ana,

Şu cömert toprak, en sonunda... yazık,

Bunu benden mi duymalıydın!.. Sıska

Ve bakımsız yıkılıp gidecek.

Acı şeyler, Halûk, ama gerçek!

Hani bir gün seninle Topkapı'dan

Geliyorduk; yol üstünde bir alan,

Bir çınar gördük: enli boylu, ağırbaşlı

Bir ağaç; hiç eğilmemiş, dikbaşlı

Koca bir gövde; belki altı yüzyıldır,

Belki daha da çok, dalgın, ağır,

Kaygısızca yaşayıp gelmiş;

Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş

Ki çevresinde kubbeler, damlar

—Sanki yakarmak için secdeye yatmışlar—

Onu korkuyla gözler gibidir.

Duyulan hep onun hikâyesidir,

Görülen hep odur uzaklardan;

Fakat göklere başını uzatan

Bu görkemli gövde çırılçıplak,

Ne yeşil bir filiz, ne bir yaprak...

Kuruyor; âh, pek yazık! Şu derin

Yara böğründe belki bir hain

Baltanın, öfkeli bir yıldırımın

Ağusudur... Söyle, ey çınar, bağrın

Hangi ateşle yandı? Hangi kara

Kurt içinden kemirdi? Bitkin, hasta,

Seni kim şimdi bağlayıp saracak?

Kim iyileştirip de kurtaracak?

Şu başında dönen kargalar mı,

Söyle, seni zehirleyen bunlar mı?


Söyle, ey acı çeken yurt, bildir.

Çektiğin hangi kanlı çiledir?..


Bu geçit işte böyle dar, eğri;

Ey sevinçli yolcu, sen geç, yürü.

Sen bu konakta kalma, sıçra, atıl,

Bir ışık kervanı bul ve katıl.

Gez, dolaş, gör düşüncelerin evrenini,

—Her zaman yukarı, her zaman ileri! —

Can atarak, güçten ve yaşamaktan

Ne bulursan al, bırakma: bilim, sanat.

Güven, özen, yüreklilik, umut,

Hepsi gerekli bu yurda, hepsi yararlı...


Bize bol bol ışık kucakla, getir.

Düşmek çevreyi görmemektendir.


Hoşça kal, ey sevimli yolcu! Gecen,

Gündüzün her zaman yüzün gibi şen,

Temiz ruhun kadar güleç olsun,

Geçtiğin yer çiçek, çimen dolsun...

Hoşça kal, ey onurlu yolcu! Hayat

Bir karış yol; ama olaylar, yokuşlar,

Onu her gün biraz büker, uzatır...

Ey sevinçli yolcu, gün kısadır,

Gece arasıra korkunç olur; fakat

Sen yürekli, çalışkan ol. En sessiz

Yolculuk uykudur. Büyük kuşlar

Yenecek dalga değil kasırga arar.


İşte bir yol ki hep çakıl ve diken;

Geçeceksin yarın bu yoldan sen...

Geçeceksin, ayakların yorgun,

Ellerin yaralı, bağrında kan,

Fakat alnın açık, güleç yüzün,

Gözlerin ufka bilim ve ışık akıtan

Bir görüntüye bağlı, büyülü...

Sen koşarsın, o parlak görüntü

Yaklaşırken uzaklaşır; çılgın

Bir atılışla sen kucaklaşırsın,

O kaçar; susamış, kolların açık,

Atılırsın; o tâ uzakta, ürkek,

Bir dikenlikte gizlenip güler;

Sen koşarsın, kırık, ezik, dargın.

Ellerin yaralı, bağrında kan;

Büsbütün susamış, büsbütün yorgun.

Sen yoruldukça yol uzar, artar;

Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar;

Çırpınır her dikende bir parçan...

Yine sen, istekle dolu, önünde uçan

O havadan hayali kapmak için

Atılır, yırtılır ve inlersin.


Varsın uçsun, bugün değilse yarın

O senindir, üzgün olma sakın.


Koşan varır elbet; düşen kalkar;

Kara taştan su damla damla akar,

Birikir, sonra bir gümüş göl olur;

Arayan hakkı en sonunda bulur...

Bunu saygıyla dinle.- Geçmişin

Bu derin seslerinde, bil ki, senin

Tüm o sessiz geleceğin yaşıyor.

Oku hep evrenin yazgısını, sor

Bütün gizlerini en seçkininden.

Sana, bak, cinsinin sürmesinden

Söz ederken insan ne anlatacak:

Yaşamak hak, yaşatmak... o da hak


İnsanoğlu bıkmamış gerçekten

Ne ezilmekten, ne hakkı ezmekten.

Duymamış hiç bu işte yorgunluk;

Bir yakınma, hemen tokat, yumruk.

Yumruk elvermemiş, topuz vurmuş;

«Hak!» diyen ağzı tasla susturmuş.


O da yetmemiş, bugün karalar

Ve denizler ağulu kumbaralar,

Bombalar, güllelerle dopdolu.

Biraz güçsüz müsün, düşkün müsün,

Al bir tokat, bir topuz ya da gülle;

İşte hakkın... Fakat iyi belle.

Sen de bir gün, olur ya, dünya bu,

İstersen kendinden güçsüz biriyle

Aynı dilden konuşabilirsin;

Sen de en gür söyleşinle sesin

Çıktığı, yettiği kadar gürler

Ve yakarsın... Gök de şimşekler,

Yıldırımlarla aynı dersi verir:


Bütün evren kuvvetin esiridir.


Akıllar buna yatmaz, elbet

Haktadır, haktır en büyük kuvvet.

Dün sönük titreyen bir kuşku yarın

Gösterişli bir gerçek...Ey yarının

Devrim ordusunda çarpışacak

Kahraman, öğren işte: Kuvvet = hak!

Ve bu ilke elinde, hiç korkmadan

Yürü, dünyayı ele geçirir bu sancak.

Düne bir kez bak: düşen, kalkan,

Kanıtında hep haklı; hakkı yakan

Bir alev, haktan alınma yine;

Hakka baş kestiren kılıçta bile

Parlayan hak... Fakat senin kılıcın

Ya hakka sıyrılmasın ya da çarpılsın!


Beklerim bir zafer aslında ben.

Kılıcından çok yüreğinden.


Ey Bizans'ın çürük ve düşük

Kollarından —yükselmeyi özleyerek—

Sıyrılan yolcu, hiç arkana bakma,

Bir an bile heyecan vermesin sana

Onun ahlâkı solduran bakışı.

—Her zaman önde, her zaman yukarı! —

İşte buyruğu gidiş ve uçuşun.

Uç git, göklerinde yapıp şaşırtmanın

Bütün parlak katlarında dolaş;

Yeri geç, göğü atla, Sidre'yi aş,

Gör ne var ötelerde ibret olan,

Yücelten, yüreklendiren, kurtaran...

Topla, fırlat ne varsa, taş, iğne,

Şu çevrenin uyuşuk tepesine.

O belki biraz canlanır ve senin

Sıkıntın, çalışman ve erdemin için

Koyar elbet yurt, bu hasta ana,

Bir sıcak öpücük terli alnına!...





***


Tevfik Fikret'in oğlu Halûk



Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği, Taha Toros Arşivi (Hürriyet Gazetesi haberi).


Orlando (Florida) 22 - Ünlü Türk Şairi Tevfik Fikret’in “Halûk’un Defteri” adlı eserindeki şiirlere ilham kaynağı olan oğlu Hüseyin Halûk Fikret halen şehrimiz Presbyterian kilisesinde rahiplik yapmaktadır. Hayli kalabalık bir cemaati olan Halûk Fikret’in izi hemen hemen 50 yıldan beri kayıptı ve Fikret’in çok sevdiği oğlunun bu gaybubeti*, hakkında türlü dedikodular çıkmasına sebep oluyordu.


*GAYBÛBET

(ﻏﻴﺒﻮﺑﺖ) i. (Ar. ġaybūbet) Göz önünde olmama, hazır ve görünürde bulunmama, başka yerde olma: Bahtiyar addolunmasın mı o insan ki gaybûbeti millettaşı olmayan insanları da müteessir eder (Muallim Nâci). Gaybûbetine tahammülüm yok (Abdülhak Hâmit). Zevcinin bir akşamlık gaybûbetinden mütevellit âlâmını kimseye bildirmek, sezdirmek istemiyor (Hüseyin R. Gürpınar).

ѻ Gaybûbet etmek: (Ortadan) Kaybolmak, çekilip gitmek, görünmez olmak: Haliç dâhilindeki gemilerin arasına karışarak nazardan gaybûbet eyledi (Recâîzâde M. Ekrem). Andelib’in sık sık Eyüp’e gittiği, gecelerce gaybûbet ettiği görüldü (Hâlit Z. Uşaklıgil).



VATANI TERK


Türk edebiyat tarihine “Halûk’un Defteri,” ile geçen Halûk, vatanını terk ettikten sonra bir daha geri dönmemiş, babasının ve annesinin vefatlarında dahi Türkiye’ye gelmemişti. Uzun senelerden beri din değiştirmiş olduğu, papazlık ettiği ve vatanı aleyhinde beyanlarda bulunduğuna dair dedikodular Halûk’u büsbütün memleketinden uzaklaştırıyordu.


Halûk, 1911 yılında Robert Koleji’nden ayrıldıktan sonra mühendislik tahsili yapmak üzere İskoçya’nın Clasgow şehrine gitmiş ve orada bir koleje yazıldıktan sonra İskoçyalı bir ailenin yanına yerleşmişti.


İSKOÇYALI AİLE


Genç öğrencinin hayatında bu İskoçyalı aile büyük bir rol oynamış ve bu aile mensuplarının yaptığı telkinlerin tesiriyle Halûk bir gün ansızın bir karar vererek Hıristiyanlığı kabul etmişti. Halûk’un bu hareketini İstanbul’daki akrabaları haber aldıkları vakit şaşkına dönmüşler, bu arada küçükken Halûk’u sık sık cuma namazına götüren dedesi de sinir buhranları geçirmeğe başlamıştı.


AMERİKA’DA


Halûk'un Hıristiyan olmasında, henüz orta okul çağında iken yabancı bir memlekete gönderen ailesinin de kabahati büyük olmakla beraber dış âlemin genç üzerindeki tesiri de pek şiddetli olmuştur. Nitekim Halûk hayatını değiştiren karardan sonra izini kaybettirmek maksadıyla 1913 yılında Amerika’ya geçmiştir. Bu arada, çok gücendirmiş olduğu ailesi efradını hiç olmazsa utandırmamak için Michigan Üniversitesine yazılmış ve 1916 yılında da üniversiteden pekiyi dereceyle mühendis çıkmıştır.


Bu arada Halûk kendisini vatanına bağlayan son bağı da koparacak bir hareket yapmış ve Amerikalı bir kadınla evlenmiştir.


SON KÖPRÜ


Böylece muhafazakâr Osmanlı Türkleri arasına dönmesine imkân verecek son köprüyü de yıkan Halûk sırayla Ohio Eyalet Üniversitesi’nde Illinois Üniversitesi’nde ve Cincinatti Üniversitesi’nde ihtisas yapmıştır. Bu arada üniversitelerde hocalık payesi de alan Halûk boş zamanlarını, için için hayranlık duyduğu Hıristiyanlığı tetkike vakfetmiştir. Yine bu sıralarda Halûk Amerika’da iş hayatına da atılmış ve o sahada da büyük başarı göstermiştir. 1928 de mutfak eşyaları imal eden büyük bir firmanın evvelâ bayiliğini daha sonra da bölge temsilciliğini yaparak külliyetli bir servet sahibi olmuştur.


1943 YILINDA


Halûk 1943 yılında ani bir kararla iş hayatına veda etmiş ve kendi tâbiriyle “Bir daha maddiyata dönmemek üzere” kendisini dine vermiştir. Aynı yıl içinde Presbyterian kilisesinde parlak bir imtihan vererek rahip yardımcısı olmuştur. 13 yıl sonra da. 1956’da Orlando’da bir heyet huzurunda verdiği imtihanla rahiplik rütbesini kazanmıştır. Bu sıfat, şimdiye kadar doğuştan Hıristiyan Amerikalı olmayan sadece 5 kişiye verilmiştir.


Halûk, papaz olduğu tarihten beri Florida'nın Orlando şehrindeki kilisede kürsü sahibidir ve kısa zamanda şehrin en mühim şahsiyetlerinden biri haline gelmiştir.


KİLİSEDE


Halûk’un kilisedeki vaizlerini kiliseyi tıklım tıklım dolduran Presbyterian mezhebine mensup Hıristîyanlar ısrarla takip etmektedir.


Bu arada Halûk, kendisini Türkiye’ye bağlayan bütün bağları koparmış ve Amerikalı eşinden olan iki oğluna da Türkçeyi öğretmemiştir. Bununla beraber kendisini yakından tanıyanlar vaizlerinde İslâmiyeti hiçbir zaman küçümsemediğini belirtmekte. Türkiye’nin Amerika’nın en yakın dostu olduğunu ve Amerika yardımını en iyi kullanan memleketin Türkiye olduğunu da her vesileyle tekrarladığını kaydetmekten geçememektedirler.


Not: Hüseyin Halûk Fikret 1965'te vefat etmiştir.


http://ekultursanat.com/belgeler/eser-3005-Tevfik-Fikretin-oglu-Haluk




Ankaralılar yaz gelince ne yaparlar?

  https://filmmirasim.ktb.gov.tr/